20 Nisan 2007 Cuma
Kapadokya
Kaynak: www.kapadokya.web.tr
Tags: kapadokya, ürgüp, kapadokya otel, kapadokya oteller, kapadokya otelleri, kapadokya tur, kapadokya turlar, kapadokya turları, kapadokya pansiyon, kapadokya pansiyonları, kapadokya pansiyonlar
Pamukkale
Pamukkale turizm bakımından çok önemli bir bölgedir, pamukkale bölgesi Denizli ilinde bulunmaktadır ve yaklaşık 2700 metre uzunluğunda 160 metre yüksekliğindedir. Pamukkale bölgesine gidildiğinde parlak beyaz rengi neredeyse 20 km uzaktan görmek mümkündür.
Pamukkale tepesinde antik Roma dan kalma ve Romalılarca kutsal sayılan Hierapolis isimli antik şehir bulunmaktadır.
Kaynak: www.pamukkale.web.tr
Tags: pamukkale, denizli pamukkale, pamukkale otel, pamukkale oteli, pamukkale otelleri, pamukkale pansiyon, pamukkale pansiyonları, pamukkale konaklama, denizli pamukkale ulaşım
19 Nisan 2007 Perşembe
Maşukiye
maşukiye - maşukiye otelleri - maşukiye pansiyonları
http://www.masukiyeotelleri.com/
Akçakoca
Akçakoca Düzce ilimize bağlıdır ve yüz ölçümü 463 kilometrekare dir.
Akçakoca Karadeniz kıyı şeridinde 35km uzunluğunda, geniş ve uzun kumsalları ile doğal bir plaj halindedir.
Akçakoca özellikle 1950 li yıllardan sonra Türkiye turizminde önemli merkezlerden biri haline gelmiştir, Akçakoca nın büyük kentlerden ulaşım kolaylığı, doğal güzellikleri, uzun ve tertemiz kumsalları ile halen turizmde önemli bir yerdir.
Akçakoca denizi ve kumsalları kadar bitki örtüsü bakımındanda bozulmamış ve ziyaretçi çeken önemli bir merkezdir, bölgedeki kayın, kestane, ıhlamur, çınar, meşe ağaçlarından oluşan bitki örtüsü tatilcilere doyumsuz bir seyir zevki verir.
Akçakoca tarihi dokusu bakımındanda son derece önemli merkezlerimizden biridir, Akçakocanın tarihi bakımından kesin bilgi ve belgeler bulunmamasına rağmen bölgede yapılan kazılarda Akçakoca nın M.Ö. 1220 yıllarına kadar kalıntılar bulunmaktadır. Roma ve Bizans dönemlerinde ise Akçakoca nın adı Diapolis olarak geçmektedir.
Kaynak : www.akcakoca.info
Tags: akçakoca, akçakoca otel, akçakoca otelleri, akçakoca pansiyon, akçakoca pansiyonlar,akçakoca pansiyonları, akçakoca konaklama,akçakoca otobüs, akçakoca otobüs saatleri
18 Nisan 2007 Çarşamba
Ağva
Ağva muhteşem doğası, kumsalı, denizi, yürüyüş alanları ile ziyaretçilerine kusursuz bir tatil imkanı sunuyor...
Her geçen gün yenilenen ve ziyaretçilerine daha temiz, daha güzel imkanlar sunan Ağva' da tatilin keyfini çıkaracaksınız...
Ağva İstanbulla iç içe olmasına rağmen doğallığını kaybetmemiş ve özellikle yaz dönemlerinde göz dolduruyor... Sevgilinizle, eşinizle yada arkadaşlarınızla gönlünüze göre bir hafta sonu geçirmek istiyorsanız sizleride ağva' ya bekliyoruz...
Ağva son 1 yıldır otel ve pansiyon bakımından oldukça gelişti, şu an 20 ye yakın tesis ve birçok pansiyon bulunan ağvada gün geçtikçe turizm alanları ve konaklama merkezleri artmaktadır.
Ağva hafta sonu tatilcileri için ideal bir tatil yöresi. İş yerinizden izin alamadınız yada işlerinizin yoğunluğundan tatile çıkma fırsatı bulamıyorsanız ağva tam sizlere göre bir yer... İstanbul' a 100 km mesafede bulunmakta.
Kaynak: http://www.agvanet.com/
Tags: ağva, ağva otel, ağva oteller, ağva otelleri, ağva pansiyon, ağva pansiyonlar, şile ağva, ağva pansiyonları, ağva motel, ağva tur, ağva turlar, agva, agva otel, agva oteller, agva otelleri, agva pansiyon, agva pansiyonlar, agva pansiyonları
Abant
Abant özellikle şehirlerin karmaşasından sıkılıp kaçmak isteyenler için muhteşem bir tatil yöresi...
Abant dört mevsim ayri güzellikleri taşıyan temiz havasi ile özellikle doga tutkunlari tarafindan bilinen bir doga harikasi.
Abant yürüyüş alanlari ile doga tutkunu trekking sevdalilarinin göz bebegi...
Abant ulaşım bakimindanda Türkiye nin muhteşem bir yerinde bulunuyor gerek istanbul gerek ankara tarafindan gelecek olanlar son derece rahat ve konforlu bir yolculuk ile abant' a ulaşabilirler...
Abant otelleri ve restaurantlari bakimindanda çok şansli, birçok kaliteli ve işini seven işletmeci tarafindan abant dogasida korunmakta..
Tags: abant, bolu abant, abant otel, abant oteli, abant otelleri, abant pansiyon, abant pansiyonları, abant konaklama, bolu abant ulaşım
Kaynak: www.abantrehberi.com
şile
şile yapılan son araştırmalara göre yerleşim birimi olarak kullanılması tarih öncesi çağlara dayandığı saptanmıştır।
şile istanbul gibi büyük bir şehirde oluşu itibari ile bu büyük kentin özellikle hafta sonu tatilcileri için kaçınılmaz bir kaçış yöresi olarak değerlendirilmektedir.
şile doğal güzellikleri kadar tarihi dokusu ilede yerli ve yabancı turistlerin akınına uğrar...
Şile Otel ve Gezi Rehberi
tags: şile otel, şile otelleri, şile pansiyon, şile pansiyonlar,şile pansiyonları, şile konaklama,şile otobüs, şile otobüs saatleri
http://www.sile-agva.com/
11 Nisan 2007 Çarşamba
Bursa
Bir yosmanın yalancı tadı gibidir Bursa, bir yosmanın yaşanan aşksız zevklerini tadarsınız. Kocaman bir hayatı bütün hoyratlığı ile teslim almıştır yosma.
Yeşilin en güzeli, mavinin en güzeli bursada geçmiş zaman hayelleri gibi grilere teslim olmuştur. Dağı, denizi, ovası, tarihi vardır, ölümlere gebe.
Uludağ bir hazinedir tüm zamanlarda yeşiliyle, sularıyla, yaşanmışlığı ile. (kentte susuzluk çanları çalıyor şimdilerde) köknarlar, kestaneler, çamlarbinbir meyveli dalları ile nice çeşit ağaçlar çiçekler ve caylanları ile uludağ yaşam merkezleri ile bir cennet oysa. Şimdilerde betondan piçler sarmakta dört bir yanını, çirkin suratlarıyla, yakışmayan sulietleri ile.
Şimdilerde sevgiliyle doyumsuz bir manzarayı yasaktır seyretmek, jandarmanın hıyrat uyarısında. Sizi düşlerinizden alıkoyan ve sevgilinin adının fuhuşla kirletildiği ve güzelliklere hasret kalır sevgililer, bu güzelim doğa hasret kalır aşka. Hangi ormanın ağaçlarına kazılmamış harfler vardır bursadan başka. Kalpsiz kalan ağaçlar hüzünlü bakar size ve aşklara.
Denizi vardır sonsuz kirlilikte. Gölleri sonsuz güzel ve kirlenmiş. Ovası beton kiri. Rantların hoyrat irliliğinde yaşanan bir ölüm kenti adeta. Dünyanın en güzel kenti, intihar eden bir hayata yol almış gibi... nilüfer çayı yüz metreyi geçen genişliğinden eser kalmamış. Üzerinde parklar ve oyun sahaları yapılmış, bu kadar suyu nasıl kaybedebilir bir kent... nilüfer artık küçücük suyu olamayan nilüfersiz bir dere artık ölümün hoyrat ellerinde.
Tarihi vardır bursa şehrinin ta bin yıllara uzanan, bu tarihin doyumsuz eserleri vardır. Tarihi hanları, hamamları, kaplıcaları, camileri, türbeleri, tarihi evleri ve müzeleri görülmeye değer. Fakat hepsi hazin bir yolculuğa çıkmış gibi gözden ırak saklı köşelerde kalmışlardır.
Kente gelirken dağların yeşili ve göğün mavisi karşılar sizi. Sonra kentin soğuk gri yüzüne teslim olursunuz. Yeşilsiz ve mavisiz kent size gri bakar. Trafik çilesi ile birlikte.
Sonra en çok garajları vardır, bu kentin. Batı, doğu, kuzey, güney, santral... garaj diye sayılan onunu üzerinde garaj. hiçbir kentin bu kadar çok durak noktası olmamaıştır. Sizi bir rant kurban almıştır o nedenle toplu taşıma bir işkencedir. Bir semtten bir semte gidiş kaç raçlık işkencedir.
Sonra ovada (ülkemin en verimli ovalarından biri) hoyrat bacalar yükselir, onlarca sanayi bölgesi adı altında.varoşları ayrı bir sanayi bölgesi sanki, kent bir fabrika şehri gibi... bu sonsuz kirliliğin adı avrupa şehri bursa.
Düşler kurar bu kente dair insanlar, bu düşler yaşama dönüşemez çoğu zaman. Bol paralı ve bol yaralı bir yaşamdır geriye kalan aşksız saatlerin bedeli olarak.
Altıparmakta üniversiteli gençler mekan tutar çoğunlukla, sonsuz bir renk cümşüyle. Kitapçılar ve sinemaları, alışverişin en genç hali buradadır. Heykel kentin tüm renkleri taşır bağrında. Tarihi binaları ve müzesi ile. Burada kurulan bursa kent müzesi tüm eksikliklerine rağmen, çok hoş dizayn edilmiş, bilgilendirici, kentin tarine doğru sizi bir yolculuğa çıkarır. Tophane eşsiz bir seyir yeri, çay bahçeleri ile birlikte. Tophanede eski tarihi ve aşk dolu evleri bulursunuz. Kaç nesil burada aşkı tatmıştır diye düşünürüm o evleri gördükçe. Mahfel çok uzun zamanların mekanı yanmış tarihi binası ile. Yeşilde yeşil türbe, çekirge demek otel kaplıca demek. Çınar 600 yıllık bir hayatın tanığı, herbir dalı bir tarihe yazılı ve her yaprağı binlerce insan tanır. Mudanya br dönemin tarihi tanığı ve denizi ile sizi çeker. Gemlik orhan veliye şiir yazdırmıştır. “ gemliğe doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma ” .
Botanik parkı, ve diğer nice parkları hafta sonu kaçış yerleridir hayvanat bahçesi ile birlikte. Kaçak sevgililerin kaçamak öpücüklerini saklayan parkları... en çok alışveriş merkezleri insan çeker bu şehirde. aşka inat parayla yaşama adetinden olsa gerektir. En eski ziraat okulundan biri bu kentte yaşar sessiz sedasız.
Yaşam bu kentte soluksuz yaşanır. Zamanları yoktur insanların, yaşam yorgunudurlar bu kentte. Yinede vazgeçilmezdir bursa. İnsanı bu kente bağlayan büyülü bir şeydir oysa tanımlanamayan. Yaşamsız ve aşksız bir kentin aşksız yaşamları olsada.
Seni terk ediyorum aşksız kent, aşkın kentine yolculuk yapacağım, parasızlığıma inat. Ben aşkı ve yaşamayı seçiyorum. Çünkü aşksız kentler görkemli mezarlıklar gibidir. Sende öylesin.
Görmeden dönmeyin:
Çınar, kent müzesi, arkeoloji müzesi, osmalı eserleri müzesi, oylat, derekızık, suuçtu şelalesi, tophane, uludağ, mudanya, tarihi çarşı, ulu camii, yeşil, cumalıkızık, külliyler,
Yemeden dönmeyin:
İskender, ingöl köfte, kestane şekeri. Kemalpaşa tatlısı.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=19687
Gap turu
Yolculuğumuz gece başladı. Ankara, Pozantı üzerinden gidiyoruz. Toros Dağları dört bir yanımız kapladı. Bolkar dağlarından beslenen Çifte han kaplıcalarının dağın eteklerinde yapılanmış tesislerinde konakladık. Şeker pınar kaynak sularını geçerek Pozantı’ ya yol alıyoruz. Tekir yaylasında temiz oksijeni bol hava ciğerlerimizi bayram ettirdi. Deniz seviyesinden 2.100-2900 metre yükseklikteki çam ağaçları kaplı tepelerden geçiyoruz. Hava çok sıcak değil yağmur çiseliyor. Gülek boğazını geçip Tarsus’ a vardık. Artık insanoğlunun tarihinin yazıldığı ilk yerleşim yerlerindeyiz. Tarsus Hıristiyan aleminin en önemli yerlerinden biridir. Aziz Jean Poll burada doğmuştur. Tarsus’ta şelalenin serinliğinde kiremitte alabalık yedik, tadına doyamadık. Cleopatra kapısı ve Eshab-ı Kefh (mağara arkadaşları) gezilerini yaptık. Kraldan kaçan 7 arkadaş ve yol göstericinin sığındığı mağarada 309 yıl uyuduktan sonra mağaradan çıkıp ekmek almak isteyince verdiği paranın geçerli olmadığını görüp tanrıya yalvarıp bizi bu kadar yıl uyuttun bundan sonra da insanlarla karşılaştırma diyorlar ve tanrı tarafından yukarı alındıkları söylenir. Dağın eteğinde yer alan ilginç mağarayı gezdik. Gezimizin ilk günü çok yorulmuştuk. Mersin’deki otelimize doğru yol aldık.
Mersin çok bakımlı temiz bir şehir. Türkiye’nin geliri fazla gideri az olan sayılı şehirlerinden birisi. Kahvaltıdan sonra heyecanla yola koyulduk Erdemli kasabasında bir tarafı dağın eteklerinde kalmış tarihi yıkıntılar bir tarafta deniz alabildiğine uzanıyordu. Astım mağarasına gittik. sarkıt ve dikitlerin cilveleştiği bazı yerde kavuşup öpüştüğü çok ilginç oluşumları hayranlıkla izledik. Çok zor nefes alıyorduk her halde astımlı olmadığımızdan .
Silifke de Cennet ve cehennem obruklarına (yer altı mağarasının üstü ağır basınca çökmesinden oluşan çukurlar) vardık. Cehennem 128 metre derinlikte sarp kayaların çevrelediği korkunç çukur. aşağı inmemize izin verilmedi. ancak dağcı olmak gerekliymiş. Eğer cehennem böyleyse vay halimize diye iç çektik. Cennet 423 basamaktan oluşan yeşillikler içinde bir mağara zorlu bir iniş yolculuğu başladı. Zemin çok kaygan düşe kalka İnmeye başladık. Yarı yolda belki de dünyanın ilk kilisesi bizi karşıladı. Görüntü harikaydı. Yıllara inat hala ayaktaydı. Ve nihayet zemine vardık. Yer altında geçen akar suyunu görmeden gürültüsünü duyup serinliğini hissettik. (Yunan mitolojisinde iyi olan insanları ölünce bu çukura atarlarmış. Kötü kalpli insanlarıysa Cehenneme) Çıkış daha bir zordu. Nefes nefese çıktık. Kısaca Cennet müthiş güzeldi.Umalım gideceğimiz yer olur. Çıkışta bizi buz gibi Silifke ayranı sunan garsonlar karşıladı. Kız Kalesine uğramadan olur mu hiç.Kızını koruyan kralın deniz ortasında yaptırdığı ve mezarı olan ilginç kalenin resimlerini çektik.
Adana’ ya vardık. Sivas’ın Kangal ilçesinden doğan Seyhan Nehrinin yanında bir lokantada karnımızı doyurduk. Elbette ki kebap yedik. Başka seçeneğimiz yoktu. 32 metre yükseklikteki Saat Kulesini gördük. Ulu cami muhteşem minaresiyle karşıladı bizi. 1541 yılında Ramazan oğulları tarafından inşa ettirilen 26 kubbeli bir cami. Çok yorulmuştuk ve otelimize geldik.
Sabahın altısında kalkıp Antakya’ya doğru yolculuğumuz başlayacaktı dünkü yorgunluğumuzdan eser yoktu. İlk istikamet İskenderun. Yolumuz uzak ve şartlarımız çetindi. Çukurova uçsuz bucaksız bize eşlik ediyordu. Zümrüt renkli Seyhan nehrini geride bıraktık ve İskenderun körfezini geçerek yolumuza devam ettik. Sağımızda Akdeniz solumuzda Amanos Dağları yol alıyoruz. İskenderun geride kaldı Antakya’ya yola devam ediyoruz. Meşhur Ormancı türküsünün çıktığı Belen ilçesini geçtik dilimizde türkü. Bir zamanların ünlü Soğuk oluk’u dağın zirvesinde karşımızda duruyordu. Yalnız o eski göreviyle değil zenginlerin yerleşim alanı olarak. Deniz seviyesinden 740 metre yükseklikteki Belen geçidini geçtik. Kulaklarımız tıkandı. Amik ovası ayaklarımızın altında deniz misali yayılıyordu. Püfür püfür esen rüzgarla serinlemek için kısa bir süre mola verdik. Tarihte en kısa süreli devlet olan Antakya’ya varıyoruz nihayet. 1938 yılında sınırlarımıza katılan dağın eteğinde kurulan ST PAERRE kilisesini geziyoruz. İsa peygamberin dünyadan ayrılmasından sonra kurulan beş kiliseden birisidir. (İstanbul-İskenderiye-Antakya ve Kudüs) Harap bir kilise sadece ST PAERRE’nin kürsüsü ve İsa peygamberin büstü bulunmaktadır. Freskler rutubetli ortam olduğu için tamamen kaybolmuş. İlk Katolik kilisesi olarak bilinmektedir. Katolikler için Hac kilisesidir. Tıpkı bizim Kabe’miz gibi. Harbiye’ye gidip acıkan karnımızı özel soslu ızgara tavukla doyurduk, yorulan bacaklarımızı dinlendirdik. Birazda alış veriş tabi ki .Yemekten sonra Antakya mozaik müzesini gezdik. Bu müze şu anda dünyada 2.büyük müze.1.müze Mısır’dadır. İlk girişte Antakya lahdi karşılıyor mermer lahit görülmeye değer. Bu lahitten iki kadın bir erkek ceset çıkmış ve iskeletleri sergilenmektedir. Kadınların mücevherleri çok ince zevkin ürünü. Bu şahane mozaiklerin görüntüsünü almak mümkün olmadı maalesef. Kameramın olmadığına çok üzüldüm. Apollo’ dan Herkül’ e Herakles’ ten Afrodit’e kadar sayısız heykel ve mozaik gözlerimize tek manzara. Pamuk tarlalarını seyrederek Kilis’e yol alıyoruz. Kiliste kaçakçılar çarşısını gezdik eski şaşaalı hali yoktu ama alış veriş yapmadan da yapamadık.
Gaziantep’ e doğru yola çıktık ve bir saat sonra otelimizdeydik Çok yorulmuştuk ve yarın için enerji toplamamız gerekiyordu.şimdi dinlenme vaktiydi. Sabah erkenden yola koyulduk (Zeugma ve Samsat Fırat ve Dicle nehirlerinde bulunan tek geçit olduğundan tüm insanlık için çok önemli.Samsat hiç kazı yapılmadan Atatürk barajı altında kalmıştır acı bir kayıptır insan oğlu için.Şu an için Zeugma’ nın sular altında kalma tehlikesi yok) Gaziantep arkeoloji müzesini gezdik.Burada Zeugma’ dan kurtarılan anlatılamayacak güzellikteki mozaikler sergileniyor.Tablo gibi bu mozaikler adeta tablo gibiydi.Hele o çingene kıza hayran kaldım.Ne taraftan bakarsanız bakın gözleri sizi takip ediyordu.M.Ö 1.yıldan kalma eserler anlatılamaz ancak görülür.Gaziantep sedef kakma atölyelerini gezdik sedef kakma sanatı Osmanlıdan beri süre gelen çok emek isteyen meşakkatli bir sanat.atölyede yapım ustalarını seyrettik hayran kaldık.Gaziantep’ e gelip baklava yemeden olur mu hiç bir de fıstık almadan.Çarşıyı tam manasıyla didik, didik ettikten sonra Zeugma’ya doğru yola çıktık.Nizip’i geçip vardık.Fırat bir gelin edasıyla süzülerek uzanıyordu önümüzde.Zeugma antik kentinde öyle Efes harabeleri’ nde ki gibi tarihi kucaklayacak eserler görünürde yok.Hem kötü niyetli insanlardan hem de doğal felaketlerden korumak için killi toprak altına saklanmış arkeologlar tarafından.Fırat bir harika görmeye değer.Zeugma höyüğünün üstüne kurulmuş olan Türk köyü Belkıs ne yazık ki sular altında aynı kaderi paylaşmakta.Hüzünlü bir ayrılışla Birecik’e yol alıyoruz.Nesli tükenmekte olan ve tek eşli Kelaynak kuşlarını görmek için yaşatma ve çoğaltma işleminin yapılan çiftliğe gidiyoruz.Dünyada 66 adet kalan kel kuşlar harika görünüyorlar. Doğduktan bir sene sonra doğal yerleri Nil nehri'ne gidip dört yıl sonra çiftleşmek için dönerlermiş.
Viran şehir-Kızıltepe üzerinden Nusaybin’e varıyoruz.Suriye sınırından geçiyoruz.Harran ovası alabildiğince gözlere tek manzara.Yollar bitmez bizde enerji bitti ve Nusaybin’ de otelimize gidiyoruz.Eyvah unutmuşuz bu gece Sıra gecesi var ve hazırlanmamız gerekli çok da yorulmuştuk ama kaçırılmaz.Sıra gecesi akşam dokuzda başladı Ergin kardeşler saz ekibi otantik kıyafetleriyle yerlerini aldılar.Gece üçe kadar harika vakit geçirdik.Türkü türkü Türkiye ‘yi dolaştık.Sazlar çalındı türküler eşliğinde halay çekildi.Saz ekibi ayrılana kadar odamıza gidemedik.Canlı bir sıra gecesi ilk defa yaşıyorduk.Seyretmekten daha güzel ve zevkli inanabilirsiniz.Davulcuların düeti görülmeye değerdi.
Gecenin yorgunluğuyla ve mutlu kalktık.Sabah dingin bir hava karşıladı bizi Nusaybin’de kim derdi ki iki sene öncesinde buralardaki insanlar terörden korkulu yaşıyorlardı.Herkesin yüzü güleç etrafı gezdirdiler.Kahvaltıdan sonra Nusaybin’ de şehir turu yaptık.Tarihi İpek yolu üzerinde küçücük bir yerleşim yeri.Kaçakçılar çarşısını gezdik.Suriye Kamışlı sınırından geçiyoruz.Nusaybin’de bir ilk okul gezisi yaptık Teneffüste olan çocuklarla sohbet ettik resim çekildik ve adreslerimiz aldık yazışmak için.Mardin tarihlerin geçtiği önemli bir yerleşim yeri.Mardin kalesini Timurleng gibi bir savaşçı bile fethedememiştir.Süryanilerin merkezi Darülzaferan manastırına vardık.Bizi yetkili kişiler karşıladı.Manastırda 4000 yıl önce yapılan Güneş tapınağı bölümü çok ilginçti. Mardin dağın eteklerine inşa edilmiş çok sıcak olduğu için çatılara karyola koyup yatarlarmış ve akrepten korunmak için ya mavi cibinlik yada karyolanın ayaklarının altına tasla su koyarlarmış.Sokakları labirent gibi.Bu insanlar evlerini nasıl buluyorlar diye merak ettik.Tarihi Mardin evlerini anlatılmaz güzellikteydi.Adeta taşı dantel gibi işlemişlerdi.Zincirice Medresesi ve Ulu Camiyi gezmek için fırsatımız oldu.Tarihi binalar ve güzellikler o kadar çoktu ki birkaç saat değil ancak on gün gerekliydi.Gazi Paşa İlk okulu ve Kız meslek lisesini gezdik. Sanki taşı nakış olup işlemişler. Bu kadar güzel okulları görünce öğrenci olmak geldi içimizden.Çocuklarla resim çekildik adreslerimiz aldık.Eksikleri olup olmadığını, burada mutlu olup olmadıklarını yani her şeyi konuştuk.Hüzünle ayrıldık bu sıcak insanlardan.Karnımız acıktı ve Mardin’in ünlü kaburga pilavını yedik buz gibi ayran da arkadan, dinlenmiştik.
Midyat’ta Telkari gümüş işleme ustalarını gördük ve tabi ki alış veriş.Hasankeyf ‘e varıyoruz.Yol boyunca Midyat dağları bir tarafta bir tarafta da petrol çıkan Raman dağları sarmıştı etrafımızı.Dicle nehri kıvrılarak akıyordu. Halen yaşanan mağaraları gezdik .Valilik tarafından eğitilen ve kokartlı küçük rehberler bize eşlik etti.Her biri cin gibiydiler.Okullarından , ailelerinden ve zorlu yaşamlarından konuştuk.Kaç dil biliyorsunuz diye sorduğumuzda dört dil diye gururla cevap verdiler.(Türkçe, Kürtçe, Arapça ve İngilizce) inanamadık.Taş köprü inanılmaz hala Dicle’nin üzerinde görevini yapıyor.Kale çok güzeldi. Kuş bakışı seyrettik Hasankeyf’i
Batman üzerinden Diyar bakır’ da ki otelimize gidiyoruz.Dinlenip yarın için enerji toplayacağız.Sabah yağmurla uyandık surlarını gezmek için Kahvaltıdan sonra otobüslerimize bindik .Surları gezdik .Siverek üzerinden Urfa’ ya vardık.Harran ovasına doğru gidiyoruz.(Tanrı yer yüzünün yaratılmasını altı günde tamamladı ve yedinci gün tatil yaptı).İlk peygamber Hz.İbrahim Harran’da doğdu.İlk kitap Tevrat Musa peygambere bu topraklarda indi.Dinler merkezi Harran dır.Nehirler arası ülke Anatolya (aşağı ülke)4000 yıllık bir yerleşim yeridir.Tüm dinlerin doğduğu bölge.Bütün dinleri kapsayan ilk medrese Harran da Hz.Ömer tarafından yaptırılmıştır.Burada sadece din dersi değil tıp ve astroloji dersleri de veriliyordu. O günlerde güneş tutulmasını iki saat gecikmeli hesapladıklarını düşünürsek çok da ileri bir teknolojiye sahip olduklarını düşünüyoruz.Harran evleri(karıca evler) koni biçiminde görünürde minicik kulübeler içleri otantik döşenmiş güzel evler kapısı insan boyundan kısa eğilerek içeri girilmesi gerekiyor.Ancak uğursuzluk olmasın diye geri , geri girmemizi söylüyorlar. Koni biçimindeki evler tepeden küçük bir ışık penceresi ve yan cephesinde on santimi geçmeyen iki pencereyle aydınlatılıyor.Yörenin kıyafetlerini giyip resim çektirdik.Hava çok sıcak olduğu için o kalın kıyafetlerin içinde fazla kalamadık.Sin tapınağı dimdik ayaktaydı ve 33 metre yüksekliğinde tepeden bakıyordu bize.Yolumuz Balıklı Göl İstikametimiz Peygamberler kenti Şanlı Urfa.Öğlen olduğu için önce yemek yedik. Kebap yedik ve tatlı olarak da yufkadan yapılan Şıllık tatlısı yedik.hafif ve güzel bir tatlıydı.Ayn-ı Zeliha (Zeliha’ nın gölü) ve Balıklı Göl’ü görmeye değer muhteşemlikteydi.Avlanması yasak şişko balıklar insanları görünce suyun üzerine çıkıp ağızlarını açıp yem bekliyorlar.Bir birlerini kovalıyorlar yemi yakalamak için.Hz.İbrahim peygamberin doğduğuna inanılan mağaraya gittik.Dualar edip huşu içinde ayrıldık.Çarşı Pazar dolaşmadan olmaz elbette.Gece otelimize gidip dinlendik.
Ve nihayet bu gün Nemrut’a çıkacaktık.Öğlen saat birde minibüslere bindik kırk kilometre yolumuz vardı sonra ver elini Nemrut’un zirvesi.Nemrut 1200 metre yükseklikteki bir dağ ve 700 metre dik yokuş yayan devam edilecekti.Güneşin batışını görecektik.Zirvenin soğuk olacağını söyleyen Adıyaman’ lıları iyi ki dinlemişiz.yoksa soğuktan hiçbir şey göremeyecektik.Zirveye varmadan Kahta’yı geçince Karakuş tümülüs’ ünü (kartal başlı anıt mezar) bizi karşıladı.Cendere köprüsü’ nü salınarak geçtik.Ve tırmanma yolumuz başladı.Dik yokuş tırmanmak çok zordu.kimisi eşeklerle çıktı bizse tırmandık zar zor zirveye geldik.Zirvede bizi rüzgar karşıladı giysilerimize sarıldık ve bize bakan heykelleri bir , bir inceledik.İlginç tarihini rehberimiz detaylıca anlattı.50 metre büyüklüğündeki Tanrıları görünce yorgunluk falan kalmadı.Akşam yaklaşmaktaydı Güneş dağların ardına saklanmaya başlamıştı saat 5, 30 da kaybolurken Mehtap kızıldı ve güneş ışınları tanrıların yüzünde dans ediyorlardı yedi renk, renk ışık oyunlarını seyretmek nefes almak kadar güzeldi.çok soğuk ve rüzgarlı olmasından dolayı poşularla örtünmüştük.sadece gözlerimiz açıktaydı onlar da bayram ediyorlardı.Mehtapta Nemrut bir başka güzeldi. Ya doğuşu nasıldı kim bilir yapacak bir şeyimiz yoktu geri dönmemiz gerekiyordu. Bir dahaki sefere doğuşunu seyrederiz umarım. Otelimize döndük gece olmuştu.
Sabah kahvaltıdan sonra Kahramanmaraş’ a hareket ettik. İki saatlik bir yoldan sonra Maraş’ taydık.Meşhur dondurmasını yedik ve şehri dolaştık.Güney doğudaki son durağımız dan ayrılıp Pınar başı üzerinden Kayseri’ ye vardık. Surlarını gezdik ve Hunat Hatun külliyesi’ nde dolaştık.Hunat Hatun külliyesi 1237-1238 yılları arasında II Alaattin Keykubat’ın eşi Mahperi Hunat Hatun tarafından yaptırılmıştır.İçinde Medrese, Cami, Türbe ve Hamam bulunmaktadır.Döner kümbet tahminen 1276 yılında Şah Cihan hatun adına yaptırılmıştır.Üzerinde ki kabartmalar çok güzeldi.Alimlerin şehri (Makarrı Ulema) olarak anılmaktadır.Gevher Nesibe Tıp Fakültesi Selçuklu hükümdarı ll.Kılıçaslan’ın kızı adına 1205-1206 yıllarında kardeşi l.Gıyasettin Keyhüsrev tarafından yaptırılmıştır.İçinde eğitim ve tedavi yapılan dünyada ilk tıp merkezi olma özelliğine sahiptir. Burada tedavi gören hastalar Gevher Nesibe Sultan’ın vasiyeti üzerine para ödememektedirler.Türbesi de Medresenin avlusundadır.Kayseri gezmekle bitmez .Ve yolumuza devam etmemiz gerek İlk durak Kapadokya Derbent vadisindeki doğal oluşumları peri bacalarını gördük.kızıl toprakta oluşmuş irili ufaklı tepecikler ilginçti.Daha önce gördüğüm halde yinede zevkle gezdim.Avanos’ da çanak çömlek atölyesini gezip acemice çömlek yapmayı denedik.Cam atölyesinde üfleme işini seyrettik minicik kum tanesi ateşi görünce nasılda şeffaf cama dönüşüyor.Şarap imalathanesini gezdik kokusundan sarhoş olduk adeta.Ödüller almış Avanos şarabından tattık.Ürgüp açık hava müzesini gezdik. Müzede 365 adet kilise bize ev sahipliği yaptı.Gizli gizli yayılan Hıristiyanlar her gün ayrı kilisede ibadet yapmak için kayaların içine oyarak mağara kiliseler yapmışlar.Şimdi de sıra Oniks taş işleme atölyesindeyiz.yarı değerli taşların işlemesi güzel, ilginç ya alması çok pahalı.Dokuma halı atölyesindeyse safha safha ipek halı dokumanın meşakkatlerini gördük.
Seyahatimizin son durağı Avanos’du ve İstanbul’u ve İstanbul da kalanları özlemiştik
Gözümüz, gönlümüz dolu biraz da yorgun evimizin yolunu tutturduk.
12/09/2003 - 22/09/2003
NEMRUT’TA DANS
Güneş inadına parlıyordu
Akşama yüz çevirmişti gün
Feri sönmüş olsa bile
Mehtabı kızıla boyuyordu
Dağların ardına saklandığında
Yeni bir doğum oluyordu sancılı
Uzaklarda bir başka
Sabah doğuyordu sıcak
Akşamın ayazı yüzümüzü yalarken
Dudaklarımız çatladı
Oysaki Nemrut’ta şenlik başlamıştı
Şaşkın bakışlarımızın gölgesinde
Zeus inatçı güneşin
Son ışık oyunlarıyla
Canlandı asırlık tozunu silkip attı üzerinden
Utangaç yıldızların yüzünü gösterdiği
Gökyüzünün altında
Sevgili karısını dansa kaldırdı
El çırpıyordu tüm tebaası
Karanlık tamamen kapladığında
Nemrut’un zirvesini
Dolunay sundu kırmızı şarabı
Tebessümle zeus ve sevgili eşine
Yeniden doğana kadar güneş
Alev almıştı taştan yürekleri
Yorulmak bilmiyorlardı
Uzaktan gelen müzik eşliğinde
Ağır bir vals le başlayıp
Horon, halay derken
Aldılar sazı ellerine
Yanık bir türkü çalındı kulağımıza
Yavaş, yavaş gece teslim oldu inatçı güneşe
İlkin yıldızlar saklandı gecenin koynuna
Ay direniyordu güneşin ışıklarına
En sonunda güneşin sıcak öpüşüyle
Şarap tepsisini alarak vedalaştı zeus’la
Yanan yürekleri küllendi
Ve taştan oyulmuş yumuşak tahtlarında
Asırlık uykularına çekildiler
Güneşin altında donmuştu her şey.
Bir başkaydı doğumu güneşin
Hareler çiziyordu yontulmuş bedenlerinde
Hissediyordu yürekleri sıcaklığını yaşamın
19/09/2003-ADIYAMAN
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=19129
Yeşil Yurt köyü
Kazdağlarının eteklerinde yer alan Yeşilyurt Köyü, Edremit Körfezi'nde bulunan Küçükkuyu Beldesi'nden yaklaşık 10 dk. mesafede çam ağaçları içerisinde oldukça şirin bir köydür. En büyük özelliği ise oksijen deposu olmasıdır. Yeşilyurt Köyü'ne İstanbul- İzmir yolu üzerinde bulunan, Agora denilen kır kahvesinin biraz ilerisinden kıvrımlı bir yol ile çıkılmaktadır. Size yol boyunca çeşitli şifalı, bitkiler badem ve çam ağaçları eşlik eder. Yolun sonunda yazın en sıcak günlerinde bile serin olan köy meydanına ulaşırsınız. |
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=21734
Kastamonu
Kastamonu' nun sadece haritada yerini biliyordum ama gidip görmek lazımmış. İstanbulda büyüdüğüm için ses, duman, kirli hava, kargaşayla büyüdüm sessizliğin sesini bilmezdim Kastamonudan önce.
Üç yıl kadar oldu Kastamonu' ya gideli yengemin memleketidir. Toplanıp gittik ailecek, Küre ye vardık (memleketi olanlar bilir Kastamonu ilçesi) köy yoluna sapınca inanılmaz bir ağaç kokusu çam kokusu aniden insanın ciğerlerini yakıyor önce, arabanın bütün camlarını açıp kafanızı dışarı sarkıtmadan gidemeyecek kadar güzel kokusu var. Her yer yemyeşil yeşilin her tonu var açık yeşil, koyu yeşil, asker yeşili var olan tüm yeşil tonları iç içe çimenler taptaze insanın inek olup otlayası geliyor. : ) Hayatımda hiç böylesi güzel yer görmedim ben.
Köye vardık sonunda telefonlar çekmiyor radyo sinyal alamıyor televizyon yok yapayalnız kalıyor insan ilk önce. Yirmi haneli köy de ses seda yok etraf alabildiğine orman alabildiğine kuş cıvıltısı rüzgarların getirdiği o muhteşem koku üstüne siniyor insanın. Peyniri, sütü, yumurtası, el yapımı ekmeği lezzetine doyulmaz tat bırakıyor insanın damağında. Hele insanları çok sıcak anlayışlı ve masumlar. İlk günler yalnızklık hissettirsede sonra alışılıyor herşeyine. Gündüzleri ormana gidip macera arardık bulurdukta yavru ayılar çok tatlı ve vahşiler uzaktan gelen minik domuz sürülerinin sesi, tavşanlar insan kendini Serengeti de sanıyor. Dikkatinizi çekerim İstanbulda büyümüş biri için bunlar macera.
Ve mantarlar lezzetli ve pek çeşitli hayatım boyunca hiç mantar yememiştim oraya gidene kadar mantarın her çeşitini tanıdım orada. Yağmurunu unutmamak lazım inanılmaz şiddetli ve ılık yağıyo hele bide ormanda yağmura yakalanmak kadar zevkli birşey görmemiştim öncesinde tabi bunun yanı sıra yıldırım korkusundan ağaç dibine değil açığa çıkıyorsun. Yağmurun ıslatmadığı hiç bir yeri kalmıyor insanın. Ve geceleri uzaktan gelen kurt sesleri hariç ilk defa sessizliğin sesini duydum dinledim o gökyüzünün karanlığını kapatan yıldızlar saman yolu sanki Kastamonunun tavanında milyonlar ca minik ampul gibiler. İnsan orada uyuyamıyor havası öylesine tazeki erkenden uyanıp kurt gibi açıktırıyor.
Yengemin akrabalara ziyareti başlamıştı artık uzak köyler ama sanki her biri farklı bir Cennetti dağ gibi kocaman kayalara tırmanmaya mantar toplamaya koyulduk yine komşu köyler sanki bizim köyden daha da farklıydı her yer bir önceki yerden dahada güzelda sanki. Onbeş gün süren bu tatilin sonunda eve dönme vakti gelmişti insanları, doğa harikası manzaraları, hayvanları ve sessizliğin sesiyle Kastamonu Cennetten bir köşe. Gitmeye fırsatları olanların mutlaka görmesi gerekir.
Şarap Adası
Tatil deyince aklınıza ne gelir? Huzurlu bir ortam. Orman veya deniz kenarı olabilir. Dinlenmek ve eğlenmek her şeyden uzaklaşmak için harika bir zaman tatil. Tarih 2003, Yenikapıdan çok değer verdiğim arkadaşımla feribota bindik.
Elimizde bavullar yüreğimizdeki o büyük heyecan ve coşkuyla 3 saat yol aldık denizin üzerinde. Denizin başka bir önemi var benim hayatımda belkide sahil kasabasında doğduğum içindir kimbilir. Bana müthiş coşku ve huzur verir. Çok heyecanlı başlamıştı; çünkü benim ilk tatilim olacaktı.
Marmara denizi ortasında Kapıdağ Yarımadası uzantısında oluşmuş adalar gurubundan biri Avşa. Çok değişik geldi bana Feribottan indiğimizde inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştık. Sanki tatilcilerin tek tatil yaptığı yer gibiydi. Adayı hiç bilmiyorduk araştırmamıştık bile. Feribotla gelirken düşünüyorduk acaba yer bulabilecekmiydik? Düşündüğümüz gibi olmadı. Çok sayıda pansyon varmış biz en temiz pansyonlardan birine yerleştik. Çok dolaştık ama değdi. Bavullarımızı açtık ve yerleşir yerleşmez şortlarımızı giyip doğru Avşa’yı keşfetmeye.
Plajlarlar süper, deniz okadar net dip o kadar berraktı ki. Hemen hemen her köşede şarap satılıyordu meğer bir adıda şarap adasıymış. Denizi, kumu ve şarapları ile ünlü bir ada. Aile ve özellikle hanım oranı çoğunlukta. Adanın bir tarafında yoğun ağustoz böceği ve çok sayıda martılarla karşılaştık. Ya deniz kenarına gelen küçük balıkçı teknelerine ne demeli, taze taze balıklar. Hiç kaçırmıyordum bu tekneleri taze balıkları alıp Karadenizli olmamın avantajları ile hazırlayıp yanındada, bir iki kadehle keyif çatıyorduk. Hele ki gece yükselen müzik sesleri eğlencede bambaşka avşada. Uykuyu unutmuştuk sanki birkaç saatlik uyku yetiyordu bize hiçbir anı kaçırmamak adına uykusuz kalmayı yeğliyorduk. Şehir yaşantısına yakın bir okadarda uzaktık. Gün batımını izlemek bir o kadar da keyiflidir Avşa'da. Gidipte görmeyenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. Yolunuz düşmesede uğramanızı tavsiye ederim. Araplar köyündende bahsetmeliyim çok sakin ve huzurlu bir yer Avşa haricindeki tek yerleşim köyü. Koca bir çınar, üzüm bağları, birkaç kır lokantası sahil boyunca uzanıyor. Köy içinde balık ağlarını onaran balıkçılar yer alıyor.
Adanın tarihçesinden biraz bahsetmek istiyorum. Bizans tarihinde ismi AFOUSİA olarak geçiyor. Toprak durumu yüzünden hiçbir zaman zengin olamamış ve bağımsız idareye kavuşamamış olan bu ada, tarihi akışına göre çevresinde hakim olan kuvvetlerin egemenliğine girmiştir. Ada Hıristiyan din adamları için sürgün yeri olarak kullanılmış ve ortaçağda boş kalmış.
AVŞADA HAYAT VAR, FARKI DETAYLARDA SAKLI , YAŞAMAK VE GÖRMEK LAZIM.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=24242
Adrasan
Her şey dahil sistemi ile çalışan 5 yıldızlı oteller ya da 1. sınıf tatil köyleri bizim tatil anlayışımıza oldukça uzak. Daha önce bu tür yerlerde de tatil yaptık ama deneyerek gördük ki biz daha rahat olacağımız, yemek yemek için insanların sürekli koşturmadığı, sıraya girme zorunluluğu olmayan sakin yerlerde tatil yapmayı seviyoruz.
2005 yılında eşimin işi nedeni ile Eylül sonuna doğru tatile çıkabildik. Okullar da açılmış olduğu için tatil bölgeleri o birbirine çarpacak derecede kalabalıklığından sıyrılmış, sakinleşmişti. Her tatil zamanında olduğu gibi o tatil döneminde de 1-2 hafta öncesinden nereye gitsek, nerede kalsak acaba telaşı başlamıştı. Aklıma daha önce okuduğum bir röportajdan ADRASAN geldi. Adrasan adını ilk defa Emre Kınay ile yapılan bir röportajda duymuştum. Olimposu duymuştum ama hemen yanındaki Adrasan çok yabancıydı benim için. Daha sonra internette yaptığım araştırmada evet buraya gidebiliriz fikri gelişti. Otelleri inceledik, fiyatlarını ve doluluk durumlarını araştırdık. En çok ilgimizi çeken denize dökülen iki dereden birinin kenarında olan “Golden River” oldu. Rezervasyonumuzu yaptırarak çıktık yola.
Sıcakla aramız çok iyi olmadığı için tatillerde Antalya tarafını genellikle tercih etmiyorduk. Daha önce Kemer tarafına gitmediğimizden buraların bu kadar güzel olduğunu bilmiyorduk. Bir taraf deniz, bir taraf orman daha ne isterdi ki insan. İstanbul’dan çıkıp Antalya’ya oradan da Adrasan’a giderken yolda fazlasıyla yorulduk. Adrasan’a gelip otelimizi bulduğumuzda tüm yorgunluğa değdiğini hissettik.
Golden River’a dere üzerine kurulmuş bir köprüden geçerek ulaşılıyor. Derenin üzerine kurulmuş sedirler ve masalar ortama bambaşka bir hava katmıştı. Deredeki ördekler dışında başka ses duymamak da büyük şehir karmaşasından sonra ruhunuzu dinlendiriyordu.
Tatil olurda tekne turuna katılmamak olmaz diyerek bir günümüzü tekne turuna ayırdık. Turda gördüğümüz o birbirinden güzel koylardan daha çok Adrasan’ı İngilizlerin çok sevdiğini ve o turdakilerden birinin 7 yıldır her yaz buraya tatile geldiğini duymak şaşırttı beni. Gerçekten de biz ülkemizi tanımıyoruz. Ben Adrasan diye bir yerin varlığını öğreneli daha birkaç ay olmuşken bir İngiliz 7 yıl önce burayı bulmuş ve gelmişti. Türkiye’yi bu kadar az tanıdığımız için bir burukluk hissettik. Tek tesellimiz bir şekilde Adrasan’ı duyduk ve geldik.
Adrasan’da ev yemekleri yapan bir lokanta “Erenler Sofrası” öğlenleri uğrak yerimiz oldu. Yemeklerini yemeden lezzetini anlatmak mümkün değil. Ben size, bizi şaşırtan diğer hususlardan bahsetmek istiyorum. Yemekler klasik restaurant tabaklarında değil, evinizde misafirleriniz için aldığımız 12 kişilik yemek takımı özelliğindeki tabaklarda servis ediliyor. Karnınızı doyurduktan sonra istediğiniz orta kahvelerin sunumuna hayran olmamak elde değil. Fincanın yanında tabağın üzerinde kimi gün akşam sefası, kimi gün cam güzeli. Nasıl bir zarifliktir bu şekilde yemek ve kahve servisi yapmak.
Eylül ayının ortasından sonra havaların nasıl olacağı belli olmaz derler. Gerçekten de öyle oldu. Bir hafta boyunca günlük güneşlik olan hava, dönmemize bir gün kala bozdu. Sabah beş civarı bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ile uyandık. Kahvaltı için indiğimizde bir günde ortamın yazdan sonbahara geçtiğini gördük. Ağaçlardaki tüm yapraklar bir yağmurla yere inip bir örtü gibi kaplamıştı zemini.
Hem fiziksel hem de ruhsal olarak dinlenmiş bir şekilde tatilimizi tamamlayıp, büyük şehrin karmaşasına geri döndük.
En kısa zamanda tekrar gitmek dileğiyle.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=25327
Safranbolu
Hiç Safranbolu’da yaşamamışken, düğününün ertesi günündeki kahvaltıyı Safranbolu’nun o muhteşem konaklarından birinde yapmak ne garip değil mi:) Türkiye’nin dört bir tarafından gelen dostlarınla hem de. Ve küçücük Safranbolu’da arabaların birbirini kaybetmesi. Şimdi tatlı bir tebessümle anıyorum yıllar önceyi....Aramızda olanlarla ve olmayanlarla yeniden hatırladım o günü.
O yıldan itibaren de düzenli olarak devam etti Safranbolu ziyaretlerimiz.
Safranbolu, Karabük iline bağlı, kendine has doğal ve kültürel dokusunu korumuş küçücük şirin bir yerleşim yeridir. Sahip olduğu kültürel varlıkları doğal dokusu içinde korumakta o denli başarılı olmuştur ki, 1994 yılı sonunda Unesco tarafından "Dünya Miras Listesi"ne dahil edilmiş ve bir dünya kenti haline gelmiştir.
Yüzyıllar öncesine dayanır Safranbolu’nun tarihi, bir sürü uygarlığı barındırmıştır bünyesinde. Tarihi ipek yolunun da önemli bir konaklama merkezini oluşturmuştur. Ama ismini tarihi Türk Evleri ile duyurmuştur, Safranbolu Evleri’ni duymayan yoktur sanırım.
Bu ihtişamlı tarihi konaklar çok güzel korunmuştur. Kimisi müze ev haline getirilip, gelenlerin ziyaretine açılmıştır. O kadar güzeldir ki o konakları gezmek, haremlik selamlık bölümlerinde dolaşmak, ağlama odasının bile olduğunu öğrenmek, bütün güzelliği ile korunan yapılardaki dolap ve camların süslemelerine takılmak, cumbaların şirinliğini seyretmek. Bu kafesli pencerelerin ardından, ne gözlerin birbirini süzdüğünü düşünüp, o dönem yaşamının içinde hissetmek kendini, odalarda dolaşırken duyulan ayak seslerinin tıkırtısında kaybolmak.
Bu muhteşem evlerin kimileri çok güzel oteller haline getirilmiştir. Kimi iki katlı cumbalı daha sade evler ise, gözleme evleri haline dönüştürülmüştür. Hava güzelse bahçede, biraz serinse her bir odasına atılan yer sofralarında oturup, hem sohbet kurup hem de karnınızı doyururken, maşrapalardaki köpüklü ayranları yudumlayabileceğiniz harika mekanlardır buraları. Hatta içlerinde geceleri canlı müzik olanları bile mevcuttur. Üniversite gençliği olur da müzikli eğlence mekanı olmaz mı? Hem de o muhteşem tarihi dokuyu koruyarak. Her yıl gitseniz de bu yapılara dalıp havasını koklamadan, havuzlu bir konakta kahve keyfinin tadına varmadan ayrılamazsınız.
Safranbolu, çarşısını da olduğu gibi muhafaza etmiştir. Semer yapanından mes yapanına, harika ahşap süs eşyası ve oyuncak yapanından kocaman kazanları kalaylıyanına ne ararsanız bulabileceğiniz bir çarşıdır burası. Küçücük şirin dükkanlarında yıllardır var olduklarını bildiğiniz insanların mekanıdır o çarşı. Her yıl gidildiğinde semerci gene dükkanında kendi halinde çalışıyor bulunur, kalaycı körüğünün başında harıl harıl kazanları kalaylayıp parlatıyordur, her gidildiğinde başka bir orijinal tahta oyuncakla mutlaka karşılaşılır. Kimi zaman bakmaya doyamayacağınız işçilikte bir ahşap araba, kimi zaman nasıl yapıldığını bir türlü anlayamadığınız salladıkça kıvrım kıvrım hareket eden ahşaptan yapılmış bir yılan olur bu oyuncak. Hepsi de evinizin bir köşesini süsler o yere ve yıla ait anı olarak. Safranbolu evleri maketlerini saymıyorum daha.
Safranbolu konusunda yazacak o kadar şey var ki. Hangi birinden bahsedeceğimi şaşırmış durumda, süzmeye çalışıyorum yazacaklarımı okuyanları sıkmamak adına. Ama kalesini, güneş saatini mutlaka görün derim, meşhur lokumundan mutlaka tadın. Bir de Safranbolu adının safran bitkisinden geldiğini söyleyerek noktayı koyuyorum:) Bahsedemediğim arkeolojik ve doğal keşifleri de size bırakıyorum. İyi keşifler herkese.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=26476
Milas Antik Kenti
Milas Anadolu’nun güneybatısında yer alır ve Muğla’nın bir ilçesidir. İlçenin doğusunda Kurukümes Dağı, Akdağ ve Marçalı dağları, batısında Mandalya Körfezi ile Bafa gölü, kuzeyde Beşparmak dağları ve Çomakdağı, güneyinde ise Gökova Körfezi ile Bodrum Yarımadası gibi doğal sınırlarla çevrilidir.
İlçenin ekonomik faaliyetlerini oluşturan öğeler şunlardır: zeytincilik, tütün, pamuk, susam, hububat, hayvancılık, balıkçılık ve arıcılık.
Ayrıca Milas’ta zımpara, mermer, feldspat, boksit, demir, kükürt ve linyit kömürü bulunmaktadır.
Milas’ın tarihini ve tarihi eserlerini anlatmak ise olası değil. Çünkü öylesine zengin ki, tarihi değerler açısından gidip görmek gerek.
İlk çağlardan günümüze dek pek çok uygarlık yaşamış, tarihte iki kez başkentlik yapmış bir kenttir. Sırasıyla: Karia, Roma, Bizans, Selçuklu, Menteşe beyliği ve Osmanlı Uygarlıklarını yaşamıştır. Kayra ve Menteşe beyliklerine başkentlik yapmıştır. İlçenin ismi 3500 yıldan beri hiç değişmeden günümüze dek gelmiştir. Kentin kurucusu: Byzantionlu (İstanbul) Stephanos’un anlattığı efsaneye göre, Ege’de Ailoia adasında oturan ve yöneticisi rüzgârlar tanrısı Ailos’un soyundan gelen Mylassos’tur.
Milas ilçe sınırları içinde 27 antik kent kalıntısıyla yurdumuzun en zengin ilçesidir. Aynı zamanda dünyanın da arkeolojik değerleri açısından en zengin bölgesidir. Bugün bu antik kentlerden İasos, Labranda, Heraklie ve Euromos özelliklerini koruyan gezip görülebilecek ören yerleridir.
Milas’ta baş tanrı Zeus’a üç değişik adla tapınılırdı. Bunlar: Zeus Osoga, Zeus Labrandos ve Zeus Karios.
Milas’ta İ.S. 5. yüzyılın ikinci yarısında Osia Kseni adında bir azize yaşamıştır. Asıl adı Eusobia olan bu azizenin Roma’nın tanınmış bir ailesine mensup olup Hazreti İsa’ya büyük bir sevgi duymaktadır. Azize bölgede Hıristiyanlığın yayılması için çalışmış ve öldüğünde şehrin güney doğu kapısı yanındaki Skenios denilen yere defnedilmiştir.
1900 lü yılların başında 300 aileden oluşan bir Yahudi topluluğu Milas’ta yaşamını sürdürüyordu. Yahudilere ait bir havra binası bulunuyordu. Yahudiler 1950 yılından itibaren Milas’tan ayrılmışlar. Kimi İzmir’e, kimi İsrail’e ve bazıları da başka ülkelere göç etmişler. Bugün Milas’ta Milas Belediyesi tarafından koruma altına alınan bir mezarlık bulunmaktadır.
Milas geçmişte farklı kültürlerden, farklı inanışlardan insanların bir arada barış içinde kardeşçe yaşadığı bir kent olmuştur.
Milas’ın güneybatısında, Sodra dağının eteklerindeki Yahudi Mezarlığının hemen yanında yer alan Gümüşkesen Mezar anıtı, ilkçağlardan günümüze kalabilen tek mezar anıtıdır.
Milas’ta yüzünüzü ne tarafa döndürseniz geçmişi görürsünüz. Kaya mezarları, mabet kalıntıları, su kemerleri, camiler, hanlar, hamamlar ve Milas evleri etrafınızı çepeçevre sarmış, mutlaka sizi bekliyordur. Tarih ve doğa ile iç içe yaşayan başka bir kent bulamazsınız.
Milas müzesinde zengin tarihi eserler teşhir vitrinlerinde kronolojik bir sıra içinde sergilenmektedir.
Milas zengin bir folklora sahiptir. Muğla zeybek kültürü en iyi şekilde Milas’ta yaşanır ve yaşatılır. Oğlan düğünlerinin ve sünnet düğünlerinin vazgeçilmez bir unsuru olan ve aynı zamanda zeybek havalarını, ezgilerini seslendiren davul zurna ustaları hep Milas’ın Dibekdere köyünden yetişir.
Milas’ın kültürel yaşamında ve folklorunda Çomakdağ yöresinin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Çomakdağı kadınları: rengârenk giyimleri ve kuşamlarıyla, alınlarında sıralanan ve “sandıklı” olarak adlandırılan 30 çeyrek altının bir araya gelmesinden oluşan “tura” ile başlarına taktıkları çiçeklerle geleneksel kültür unsuru olarak karşımıza çıkarlar. Çomakdağ köyleri ve insanları: yaşam biçimleriyle, örf ve ananeleriyle her zaman ilgi çekmişler ve pek çok televizyon çekimine de ev sahipliği yapmışlardır.
Milas’ta halıcılık ve kilim dokumacılığı da yaygındır. Ülkemizde ve dünyada ünlü olan Milas halıcılığının tarihçesi kesin olarak bilinmemektedir. Milas halıları şu adlarla bilinmektedir: Ada Milas, Cıngıllı Cafer, Gemi Suyu, Eli Koynunda, Karacahisar, Bozalan, Yedi Göllü, Kabuksuz.
Zeytinin anavatanı olan Milas yöre yemekleri hep zeytinyağlı olarak yapılır. Önemli ve en yaygın yemek türleri: Tarhana Çorbası, Un veya Göce Tarhanası, Ekşili Köfte, Kalın Bağırsak Dolması, Et-Ciğer ve saç kavurması, Kokoreç, Kuyu Tandır, Çökertme, Milas Köftesi, Ekmek Makarnası, Keşkek, Etli Pilav, Bulgur Pilavı, Vekilharç, Çaykama, Fiske, Kapak Böreği, Tilkişen Kavurması, Ebegümeci Kavurması, Arap Saçı kavurması, Kabak Çiçeği dolması, Biber Patlıcan Dolması, Etli Enginar Dolması, Çıntar Kavurması, Teretorlu Börülce, Turp Damla Sakızlı Bulamaç, Mis Çiçekli Pelte, Kabak Tatlısı, Cızlampa, Bezirme, Otlu Saz Börekleri, Dökme, Külür, Bakla yaprağı salatası, Kırmızı Biber Ekşilemesi, Çimgene Pilavı, Kefal, Levrek, Çipura, Yılan Balığı, Karides ve birçok deniz ürünü.
Yılın 12 ayı Milas’ta deniz, güneş ve doğa ile iç içe yaşanır.
Ben bütün bunları biliyordum ama 18 Şubat 2007 günü Tüyap'ta açılan EMITT fuarında ziyaret ettiğim Milas standındaki Nil Azaklı’dan aldığım Mylasa’dan Milas’a kitabından aldım tüm bu bilgileri.
Pazar günü eşimle birlikte fuarı gezerken Milas standını görünce çok heyecanlandık. İki aydır ayrı olduğumuz, yaşadığımız kenti çok özlediğimizi fark ettik. Standı Milas Ticaret Odası Başkanı Sayın Nazmi Doğru düzenlemiş. Nil Azaklı güler yüzüyle Milas’ın tanıtımını yapmaktaydı. Fuarda her yöreden stant vardı. Diyarbakır, Trabzon, Urfa ise folklorlarıyla gelmişlerdi. Türkiye’nin rengârenk kültürü yemekleriyle, el sanatlarıyla, doğal kaynaklarıyla panayır havasında sergileniyordu. Ama ben en çok Milas standında kaldım.
Milas anlatılmaz, Milas’ta yaşanır. Ören’de, Güllük’te güneşin doğuşu ve batışı, Uyku Vadisinin gizemi, Kıyıkışlacık’ta antik İasos kenti, Bafa Gölü’nün eşsiz manzarası insanı adeta içine çeker. Bir daha hiç bırakmaz…
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=26880
Fethiye
Fethiye, beyaz dişleriyle gülümseyen bir huzurun altın ışıltısını ve baharın en güzel aşk şarkılarını kulağınıza fısıldadığı, büyülü bir yer.
Büyüyü yaratan zamanın biraz dışında, şiirden biraz öte, baharda biraz daha parlak.
Palmiye yapraklarının altında, soldaki koyda sessizce teknelerin yapıldığı, diğer tarafın usulca ötelere taşındığı sulara bakan bir barda oturmuş, şarabımı yudumluyorum.
Hafiften bir meltem esiyor, lacivert bir akşam oluyor ben içtikçe.
Baharın, boş arsada top oynamaya giden çocuklar gibi Mayıs’tan Haziran’a geçişini izliyorum.
Bacchus’un solukları duyuluyor ötelerden.
Kim bilir, beklide Fethiye’yi çeviren on iki adadaki on iki şövalye de zamanın sarhoşluğuyla kendinden geçmiştir…
Bense, bembeyaz dalgalar gibi köpüren, taylar gibi dört nala özgürce koşan bahara içiyorum.
Bahara ve çevremde elle dokunulacak kadar yoğunlaşan, lacivert akşama…
Hilal gözlerini kırpıyor, ben en çok hilalli gecelere çıkıyorum çünkü. Ben kendimden ne zaman çıksam, lacivert bir akşam oluyor, kıpır kıpır yıldızlar beliriyor gökyüzünde.
Tüm anılarımı sulara döküp, yeni bir sayfa açarak, bahara giriyorum böyle bir gecede.
Çünkü bahara girmekle, bir kadını sevmek arasında pek bir fark yoktu. Bahar insanı coştururken, aşksa aklını başından alıyordu. En güzel aşk şarkılarını mırıldanıyordu bahar ve aşk, hilalli gecelerde… Sırtımızdan vurana kadar, hayatımızı seve seve emanet ediyorduk onlara.
Sonra hayatı en güzel anlatan sözcüklerden biri olan “süreç” devreye giriyor, aşklar ayrılığa, kış bahara dönüyordu yavaş yavaş…
Bize kışı ve ayrılığı belli bir süre de olsa unutmanın hazzını yaşatmak için geliyordu onlar.
Her aşk, kadını ve erkeği, ateşle barut gibi sımsıkı bir araya getiriyor, onlardan yeni bir silah yaratıyordu.
Her dolu silahsa, olması gerektiği gibi günün birinde patlıyordu…
Bahar ve aşk, barış ve sevişmek ne kadar birbirine yakışıyorsa; kış ve ayrılık, savaş ve nefret de o derece korkunç bir yüzle karşımıza çıkıyordu.
O küçük hayatlarıyla insanlar giriyordu hayatımıza… Ve çoğu aynı hızla gelip geçiyorlardı hayatımızdan. Aşka ve bahara aldırmadan…
Bense içiyorum.
Kadehimi böyle hilalli bir gecede, bu suların karşısındaki Olimpos’a ve oradaki Tanrılara kaldırıyorum.
Sarhoş olmanın bir gerekçesi olarak, atalarımız tarafından icat edilen o münasip Tanrı’ya kaldırıyorum kadehimi…
Ben içtikçe lacivert bir gece oluyor…
Herkes baharı ve aşkı ıskalayıp Hades’e gömülürken, bense bahara ve aşka doğru yanıyorum…
Çünkü yandıkça aşkı ve ateşi hak ediyor tenim.
Böyle zamanlarda, hırsızlar için fazlaca parlak ve âşıklar için yeterince karanlık hilalli geceler eşlik ediyor bana…
Fethiye gecelerinde bir kadeh kırmızı şarap, Bacchus’a ve Ömer Hayyam’a inat, bahara ve aşka yaraşıyor.
…Ve ben her gece kırmızı şarabımı yudumlayıp, biraz daha aşka ve bahara karışıyorum Fethiye’nin hilalli gecelerinde…
2 Haziran 2006,
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=28572
Doğu gezisi
Doğuda bir nehir akar,
Akla kara birbirine dalar.
Havada aşk kokusu,
Yürekte yas dokusu,
Gözyaşları akar
Akar usulca.
Altmışlarındaydı kadın... Çevresinde birden bire beliriveren erkekleri görür görmez, yüzünü aceleyle kapadı, başını önüne eğdi oturduğu dükkanın önünde. Kadının farkına bile varmamıştı erkekler, neşeyle şakalaşıyor, ellerinde yeni satın aldıkları misketler, bakkaldan buldukları artık üretimine devam edilmeyen, nostaljik görselli traş kremiyle birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlardı. Küçük değildi yaşları, doğunun bu kasaba bakkalı onları burunlarının aktığı, yara bere dolu dizleriyle hava kararana kadar futbol oynadıkları, karşı mahallenin çocuklarını dövdükleri günlere götürüvermişti belli ki. Bakkalın önünde oturan kadınsa bakamıyordu yüzlerindeki çocuksu ifadeye. Erkekti onlar, örtünmeli, bakışlarından ırak kalınmalıydı.Adet böyleydi.
Bir erkeğin yanındaki kadına başka bir erkeğin bakması, kavga çoğu zaman da cinayet sebebi doğuda. Ramazan’da oruç tutmamak ta hoş karşılanmıyor, kırk yılda bir gelen Türk turistlere karışılmasa da, seferi ne de olsa onlar. Ancak ters bakışlardan orucun oralarda yaşamanın yazılı olmayan kurallarınının başında geldiği hemen anlaşılıyor. Dini bütün halk içki de içmiyor ulu orta; şehirden, kasaba ve köylerden biraz uzaklaşıldığında, dağlarda, tepelerde pek çok içki şişesi ve kutusu bulunuyor oysa, içi boşalmış, kırılmış, buruşturulmuş. Bilen biliyor arabayla oralara içmeye gidildiğini de bilmezlikten geliniyor.Gözlerden ırak, kınamadan uzak oluyor belli ki.
Doğunun gizemli bir güzelliği var. Sürprizlerle dolu, dağlar arasında giderken, koskoca bir göl karşılıyor sizi, şelaleler, peri bacaları, binbir çeşit kelebekler, şahinler, sarı gagalı kargalar. Ermenilerden kalan taş evler, manastırlar, Gürcü kiliseleri çarpık ve estetikten uzak yeni yapılanmaya meydan okuyor hala. Üstlerine kadife serilmiş gibi dağları, nehirleri, bitmek bilmeyen yolları. Yeşilliği de büyüleyici, kuraklığı da; en çoksa el değmemişliği dokunuyor insana. Bir de yöre halkının gözleri. Doğunun insanlarının utangaç bakışları, kısa bir muhabbetten sonra, rahatlayınca değişiyor, beklemeyi, sabrı, hayatı bilen bir hale dönüşüveriyor. Yöreyle ilgili tüm hikayeler anlatılıyor, uzaklardan gelen şu şehir çocuklarına yaşam dersleri verilmeye başlanıyor.Ne garip; kadın ve namus konularında komşusunu doğramaktan çekinmeyen de aynı insanlar, samimi, misafirperver ve yardım etmek için ellerinden gelen herşeyi yapabilmek için kendini paralayanlar da.Öyle cahil sanılmamalı, ‘google’ ı da biliyorlar bilmesine de yine de kadınlara kanayaklı diyorlar, zavallı manasında.
Dönüş yolunda, insanın içini bir hüzün kaplıyor; batıya, şehre, eve dönüş yolunda. İnsan doğadan kopmak istemiyor, hani tüm reklamları yalancı çıkarırcasına telefonların bile çekmediği yerlerden uzaklaşmak, hızla akıp giden günlerin rutinine, curcunanın göbeğine dalmak istemiyor. Sevdim mi buraları, yoksa sevmedim mi, kalabilir miydim ömür boyu, kalamaz mıydım soruları cevap bulamadan, döndüğümde İstanbul’a doğunun tüm baskısına isyan edercesine bir bira açtım, içtim ilk olarak. Valizleri yerleştirmeden, attım koridora, arkadaşımın evinin yolunu tuttum. O da seferi olacaktı ertesi günü, Türkiye’nin doğusundan batısına çeşitli şehirleri dolaşacaktı, keyfine değil, iş için. Uzunca bir süre görüşemeyecektik, ona gitmek, içimi dökmek istedim, yalnızlığa katlanamadım. Nereden dönersem döneyim İstanbul hep mutlulukla karşılardı beni, evimi özlemiş olur, hemen alışırdım. Sevinemedim bu sefer döndüğüme, dolunayı izlemek istedim tüm gece boyunca, kat kat apartman görmeye dayanamadım.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=30158
Mardin Antik Kent
Mardin’ e gitmek için günler önceden programımızı ve hazırlığımızı yapmıştık. Pazar sabahı kalkıp erkenden yola koyulacak, saat dokuz gibi Kızıltepe’ de arkadaşımız Süleyman’ ın evinde kahvaltı yapacak, sonrada Mardin’ e inecektik. Yine programımız dahilinde olan bir kaç yeri gezdikten sonra öğlen yemeğini Mardin’ de yiyecek, ve kaldığımız yerden gezimize devam edecektik. Nitekim öyle olmadı.
11. mart pazar sabahı saat sekizde hazır olduğum halde, Müzeyyen saat dokuz gibi anca alabilmişti beni. Diğer arkadaşları toparlamak için şehitliğe gittik. Orada da on onbeş dakika oylandıktan sonra anca yola koyulabildik. iki arabadan birini Müzeyyen kullanmak üzere ben, Candan, Özlem ve Zeynep bindik, diğer arabada ise Ramazan, Halil, Nisa, Nazan olmak üzere koyulduk yola. Eh gençiz oraya kadar pinekleyecek değiliz ya, açtık Demet Akalın’nın ''yok öyle sevmeden birini mantık evliliği...'' hep bir ağızdan düğüne gider gibi, alkışlarla, şarkılarla kah yolda fotoğraf çekerek, kah diğer arabaya atışarak Mardin’ e doğru ilerliyorduk.
Giderken yolda çok eğlendik Mardin’ i geçtik ten sonra Kızıltepe’ye gelince arkadaşımız Süleyman bizi yolun başında bekliyordu. Şimdi iki grup olmuştuk kızlar ve erkekler kızlar ayrı arabalarda gidecek, erkelerde ayrı. Usul öyleymiş, haremlik selamlık. Biz misafiriz kurallara da uyarız, neyse o.
Süleymanların evi Kızıltepe’de bir tepenin üstünde tek bir ev, ağa evi iki katlı etrafı çam ağaçları ile kaplı bir ev yer itibari ile muhteşemdi tam tepede. Karşıda Suriye ve yakın olan her yer görünüyordu. Ailesi çok hürmetkar ve misafirperverdi, Bizim geleceğimiz duyan, tüm birinci derece akrabaları orda bizi karşıladı. Büyükçe bir odaya alındık, tanışma ve hal hatır faslı faslından sonra yavaş, yavaş ilerleyen sohbette, Süleyman’ın küçük teyzesi, televizyonda oynayan dizilerden yakınıyordu ve;
-Bizi yanlış tanıtıyor medya. Bir dizi filmi yada bir olay bir ile mal oluyor. Ve devam ediyor;
-Evet doğrudur, zaman zaman burada olabiliyor öyle töre olayları, ama bunları bir ile veya kültürüne mal etmek çok yanlış. Batı da yaşayan insanlar hepimize o gözle bakıyorlar. Neden, Mardin ve Ş.Urfa denince akla hemen töre cinayetleri geliyor ki?
Aslında gayette haklıydı.
Sohbet öyle uzayıp giderken Süleyman’ ın diğer teyzesi bize;
-Evin çevresini gezmek istermisiniz? Diye sordu tabi deyip fotoğraf makinamı alıp çıktım. Bizim kızlarla birlikte, evin etrafını gezdikten ve fotoğraflarımızı çektikten sonra, bayağı acıktığımız için içeri girmeye karar verdik.
Ben ve Zeynep önce içeri geldik. Sofra yavaş, yavaş hazırlanmaya başlamıştı. Açlıktan içimiz geçiyordu. Yalnız belirteyim hemen, kahvaltıyı iptal edip öğlen yemeğine gelmiştik. (Süleyman’ın isteği üzerine) Ağanın evine gelip te, şöyle güzel bir yemek yemeden gitmek, hoş olmazdı herhalde. Yemekte cevizli içli köfte, kuru fasulye, çiğ köfte, kıkırdak çorbası, ve kaburga dolması vardı. Yemekler o kadar lezzetliydi ki anlatamam. Sanırım hayatımda ilk defa bu kadar lezzetli içli köfte yemiştim.
Yemek faslı biter bitmez, köy odasında erkek arkadaşlarımızı ağırlayan Süleyman geldi ve hazırsanız çıkalım dedi. Misafirperverliklerinden dolayı Süleyman’ ın annesine, teyzelerine, halalarına çok teşekkür ettikten sonra, bir daha geleceğimizi de belirtip vedalaştık.
Bu arada Müzeyyenin abisi aramış, o da Diyarbakır’ dan Mardin’e geçmiş bizi bekliyordu. Şimdi üç arabaya dağılarak Mardin’e doğru yola koyulduk o kadar çok yemek yemişiz ki, arabada hiç sesimiz çıkmadı. Mardin’ e varınca Müzeyyen’in abisinin yanına gittik. O aç olduğunu ve yemek, yemek istediğini söyledi. Bizse tarihi manastırı görmek istediğimiz söyledik. Daha önce manastıra giden arkadaşlar kaldı. Gitmeyenler iki arabaya dağıldıktan sonra yola koyulduk.
Deyrul zafaran manastırındaydık. Çok büyüktü ve çok harika bir yerdi, her insanın gidip görmesi gereken bir mekan. Önümüzde rehberimizle manastırın içini dolaşıp, tarihi hakkında bilgi alıyorduk. Gerçi her taraf restorasyon İçerisindeydi ama ne yapalım Mardin’e gelip böyle bir yeri görmeden gitseydim, içimde kalırdı. Manastırı gezdikten sonra, Mardin’e geri döndük.
Arkadaşları da alarak Kasımiye medresesine gittik. Ama oda ne? Orada da restorasyon vardı, ve içini iyice gezemedik. Medresenin girişinde, bir havuz var ve içi bozuk parayla doluydu. Söylenenlere göre dilek tutulup, bozuk parayı havuzun üstüne yanlama durarak atacaksın. Eğer para sekerek havuza girerse, dileğiniz olmuş demektir :) Neyse dışarı çıkıp, boncuk bileklik satan çocuklardan birerde bileklik aldıktan sonra, tekrar Mardin’e döndük.
Arabalara uygun bir park yeri bulduktan sonra, çarşının başından başladık yürümeye. Mardin için söylenen güzel bir söz vardır. ''Gece gerdanlık gündüz mezarlık'' diye. Aynen öyle bir kent gören bilir. ama insanları gayet sıcak kanlı misafirperver ve modern. Mardin’ de istediğiniz her türden gümüşü bulabileceğiniz, çok şık gümüşçü dükkanları var.
Çarşıda ilerlerken arkadaşların tavsiyesi üzerine bir otele girdik. (Erdoba evleri) otel ama antik bir otel ikinci katına, terasına çıktık, Mardin ayaklarımız altında. O kadar güzel bir manzara vardı ki. Otelin içi muhteşemdi. Otelin içini gezdikten sonra, bizim arkadaşlar içerde şark usulü bir odada dinlenmeye çekildiler. Bense terasta oturmayı tercih ettim. O muhteşem manzara dururken, içerde otururmuydum? Biraz sonra Candan sonra Süleyman ve en son Nisa da katıldı bize.
Akşama doğru toparlanıp yine çarşıya indik arabalara doğru gidiyorduk yetiştiğimizde artık vedalaşmaya başladık. Süleyman Kızıltepe’ye Müzeyyen’in abisi D.bakır’a bizde Mazıdağ’a gitmek üzere yola koyulduk.
Akşamın ilk ışıkları yanmıştı bile. Karanlıkta ilerlerken, bir taraftan da müziğin sesiyle, Mardin’den çıkıyorduk. Diğer arabadan arayan arkadaşlar, ileride bir çay bahçesi olduğunu söyleyip biraz oturmayı önerdiler. Müzisyen olan arkadaşımız Halil’e zorla getirttiğimiz sazını bagajdan çıkarıp, çay bahçesine doluştuk. Dışarıda bizden başka kimseler yoktu. Garson bir demlik çayımızı ve bardaklarımızı masamıza koyup gitti. Kendin doldur, kendin iç hesabı :) ve fasıl başlıyordu. Halil bir taraftan bağlama çalıyor, bir taraftan da şarkılar söylüyordu. Bizde eşik ediyorduk. Saat yedi bucuk gibi, tekrar toparlanıp yola koyulduk.
Etraf karanlık olduğu için, hiçbir yeri göremiyorduk. Şoförün (Müzeyyen) yanında oturan muavin (Zeynep) müzik tarzını poptan slowa çevirmiş ve bizde kafalarımız birbirimize yaslamış, Mazıdağ’a doğru gidiyorduk. Yirmi dakika yada yarım saat sonra Mazıdağ’a varmıştık.
Arkadaşımız Özlem (çoko)’ nun ailesi bizi dışarıda karşıladı. Tanışma faslından sonra, yukarıya çıkıp yarım saat yada bir saat oturduk. Çaylarımızı içtikten sonra ''yolcu yolunda gerek'' diyerek tekrar yola koyulduk. Şimdi gideceğimiz yer malumdu artık, Diyarbakır…
Evet güzel Diyarbakır’dı. Arabada kah pop çalıyor, neşeleniyor kah slow çalıyor hüzünleniyorduk. Derken Diyarbakır’ın ışıkları görünmüştü ufuktan. Bizim arkadaşlar açıkmışlardı. Ben onlara, Süleymanlara gidip öğlenden kalan içli köfte ve kaburga dolmasını yemeyi önersem de :) onlar yemek için ofise, bense dinlenmek için evime döndüm.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=30553
Heybeli Ada
İstanbul Adalar’ı içinde, benim gözümde Heybeli Ada’nın yeri bambaşkadır. Burgaz Ada ve Kınalı Ada, çok küçük olmaları ve diğer ikisinin gölgesinde kalmaları nedeniyle biraz yalnız kalmışlardır.
Büyükada’nın şehirleşmiş hali ise zaten kentin karmaşasından kaçıp gelen İstanbul yorgunları için pek de cazip gelmez. Ancak, Heybeli Ada’nın o sakin ve duru atmosferi, her gece çıkılan caanım mehtabı, sandallara dolan neş’e ve süruru, yemyeşil ormanı ve koruları ile bir ömre bedeldir.
Adaların, o yürek ferahlatan atmosferi, daha Eminönü ya da Bostancı-Kadıköy iskelesinden binilen vapurlarının içinde başlar, buram buram kokmaya. Yandan çarklı ada vapurunun, simitçi ve gazozcularına methiyeler düzen şair müdavimleri vardır. Ve adalardan bir yar bekleyen, “hoş yaratmış Allah” diye iç geçiren yavukluluları.
O ada senin, bu ada benim dolaşıp duran martıları ve yelkovan kuşları ise başka şair gönüllerin, coşup-taşmasının tek müsebbibidirler. Yakup Kadri’dir, Nazım’ın annesine aşık olup da fırtınalı bir İstanbul gecesinde, küçücük bir sandalla, Adalar’dan İstanbul’a koşan, canı pahasına.
Ada, yalnızdır. Ada, ürkek. Ada, özgür ve tek. Seyredenlerine, duvak altından bakan nazlı bir gelin gibidir ada. Ve hiçbir adanın duvağı açılmamıştır, uzun bir zifaf gecesinin aydınlığa kavuşan saatlerinde.
Günler, geceleri yakalamak üzere. Ekinoksa ne kaldı şunun şurasında. Bahar, cemre cemre yüzünü göstermekte, sımsıcak ısıtmakta içimizi. “Şimdi İstanbul’da olmak vardı, anasını satıyım” diyebileceğim o kadar çok nedenim var ki. Yeni Cami’de mısır atmak kuşlara mesela, Ortaköy’de kumpir, Kanlıca’da yoğurt yemek, hisardan hisara kulaç atmak, belki de Hazarfen misali kanat çırpmak, Galata’dan Boğaziçi’nin en içine.
Bir büyük ve önemli nedenim ise şüphesiz Adalar. Heybeli Ada. O dinginlik, o asude huzur, o bırakıverme hazzı kollarına kendini...Yalnız, Heybeli Ada’da yapılmaması gereken bir şey var, tecrübe ile sabit. Bu yazıyı okuyup da soluğu ada vapurlarında alacaklara naçizane tavsiyem olur.
Heybeli Ada’da, adayı rahat gezebilmek için bisiklet kiralayabilirsiniz ama bu sadece sizin, bir tercih özgürlüğünüz olarak kalsın ve siz bu hakkınızı sakın ola ki kullanmayın derim. Ada’da malum, motorlu taşıt trafiği yok, iyi ki de yok. Büyükada’da var da ne oluyor? Ada’nın yolları, oldukça dik yokuşlardan oluşuyor. Ve siz gezi amaçlı bisiklet kiraladığınız zaman da paranızla, elinizde elin bisikletini taşımış oluyorsunuz, kan-ter içinde ve asi.
Bir de yanınızdan, benim durumda olduğu gibi; süslü ve temiz bir ada faytonu içinde, “Adalardan bir yar gelir bizlere” şarkısını terennüm ederek geçen mutlu insanlar topluluğu görürseniz, bisikleti hemen oracıkta parçalarına ayırmamanız işten bile değil.
Karnınız acıktı ve şöyle mükellef bir balık sofrası istemekteyse içiniz, hiç Heybeli’de vakit geçirmeyin ve Büyükada’ya kulaç atın derim. Müthiş balık restoranları ve akla-hayale gelmeyecek güzellikteki Marmara tablosu ile ve tek kelimeyle, ömürlük.
Yine İstanbul’um geldi, gönül bu, sevdi...
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=31209
Eskişehir
İlk kez 70'li yıllarda gitmiştim Eskişehir'e bir tren yolculuğu ile. O yıllarda Anadolu Üniversitesi kurulmamıştı henüz. Aklımda kalanlar, içinden Porsuk Irmağı'nın geçtiği, askeri havaalanının olduğu, ortanın biraz üstünde büyüklükte bir Anadolu kenti olması idi sadece. Ve bir de çiğ böreği...
Uzun yıllar sonra, 2003 kasımında sergim nedeniyle düştü yolum bu kez. İyi ki de düşmüş. Gençliğin yeni kenti karşıladı beni. Yaş ortalamasının 20, hatta 19 olduğu, cıvıl cıvıl, dinamik insanların yaşadığı ve enerjileri ile sizi sarmalayıp içine aldığı, Anadolu Üniversitesi'nin şehre damgasını vurduğu, Porsuk çayının ıslah çalışmalarının, tramvay projesinin ve sokaklarına heykellerin yapılmaya yeni başlandığı bir kentle tanıştım.
Eski bir kereste fabrikasının yeni düzenlemesi ile yaratılan Anadolu'nun dört bir yanından toplanan eski kapılar yine eski gemilerden çıkma eşyalar, dümenler, çapalarla restore edilen nargile evi, bar gibi birimler "DOORS" adı altında sunulmuştu. Özellikle de Erzincan'dan getirilmiş devasa kapı, bahçeye oturtulmuş hali ile muhteşemdi. Yine eski bir şarap fabrikasının ve bahçesinin restore edilmesi ile oluşturulan kısımlar ve HAYAL KAHVESİ'nde gençlerle birlikte canlı rock müziği dinlemek ve dansetmek harika idi. Eski sebze pazarının restorasyonu ile oluşturulan "HALLER GENÇLİK MERKEZİ", kenarına dizilmiş alışveriş birimleri, mantı, çiğ börek gibi Eskişehir'e has yiyeceklerin sunulduğu minik dükkanları, canlı fasıl müziği ile bozkır ayazında bile sıcacık ortamı ile sığınacağınız muazzam büyüklükteki avlusu ile beni karşıladı.
2003 kasımında çağdaş gezginler gibi duyumsadım kendimi Eskişehir'de. Yeni bir şehri, gençlerin beni saran enerjisi ile keşfederken, eski mekanların fonksiyonel bir şekilde yaşamaya devam etmesinden çok büyük haz aldım. Eskişehir'e gidip de Eskişehir'i ya da ODUNPAZARI'nı görmemek, benim gibi "eski evler aşığı"na yakışmazdı tabii. O yıllarda restorasyon çalışmaları başlamamıştı henüz. Rengarenk, cumbalı, iki katlı, ahşap oymalı balkonları ile eski evlerin ve eski daracık sokakların içinde kayboldum gönüllü. Kapı önlerinde dantel ören kadınlar, alışkın edalarla objektife gülümserken, beni de her ne hikmetse araştırma yapan üniversite öğrencisi sanmışlardı (!) Bu durum, 2003 Eskişehir maceramın en büyük ödülü idi tabii bana...
2006'da artık daha yakındı yaşadığım şehir Eskişehir'e. Ve yine gittim defalarca. O çok sevdiğim mekanlar yerinde duruyordu çok şükür. Hatta Doors'a bir de şarap evi eklenmişti. (Belki de ben yeni keşfetmiştim) Şömine başında, çıtır çıtır yanan odunların sıcaklığı ve aleviyle, sıcak kırmızı şarap keyfi, hele bir de dışarıda dondurucu ayaz varsa ve kar da atıştırıyorsa, bambaşkaydı...
Anadolu Üniversitesi'nin muhteşem kampüsü ve bahçesi, artık tamamen ıslah edilmiş olan Porsuk ve üzerinde gezinen tekneler, şehrin dört bir yanını kuşatan Nene Hatun, Yunus Emre ve daha bir çok heykeller, rengarenk, öbek öbek çiçekler, tramvaylar, evleri restore edilmeye başlanan Odunpazarı'nda, Osmanlı evi, minik sergi salonu, üniversite konukevi ile karşıladı bu kez beni Eskişehir...
Türkiye'nin her yerine ve tabii büyük merkezlerine "tren" gibi çok rahat, ucuz ve güvenilir ulaşımı ile Eskişehir'i hala görmemişseniz, gençliğin enerjisinden nasibinizi almamışsanız ve de muhteşem çiğ böreklerini yememişseniz ayıp etmişsiniz!
Aynı zamanda heykel sanatı ile uğraştığını öğrendiğim sayın YILMAZ BÜYÜKERŞEN, Anadolu Üniversitesi'nin Türkiye'nin sayılı üniversiteleri arasında yer almasını sağlarken, kenti de yaşanılası çağdaş bir kent ve GENÇLİĞİN CENNETİ haline getirmiş ve bu arada bence gelişmişliğin en büyük göstergesi olan eski dokuyu da korumuş.
Ne diyelim, darısı bizim idarecilerin başına! Ya da HER İLE BİR BÜYÜKERŞEN NASİP OLA....
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=31393
Girne
'Ve izin ayarlayabilirseniz, Maraş'taki orduevine mutlaka gidin, orada deniz mükemmeldir' dedi hoş sohbet şoförümüz. Saçlarına kırlar karışmış iri yarı, babayiğit, 50-55 yaşlarında bir Kıbrıslı Türktü. 74 harekatında mücahitmiş. Yaşadıkları ölüm kalım savaşı anlatmakla bitmezmiş ama yeni neslin kafası başka yerdeymiş. Rumlar tarafından nasıl mimlendiklerini, mahalle mahalle yok edilme planlarını, anavatanın adaya çıkışı olmasa zaten herkesin temizliğe uğrayacağını yemin billah anlattı. Girne'ye geldiğimizde, aklım fikrim yatıp uyumaktaydı hernedense çok yorgundum. Uyudum, sonrasında, çıkıp bir dolanayım dedim. Minicik olduğundan, yarım saatte tüm kıyısını gezdim. Binaların neredeyse tümünde dikkatimi çeken 70'lerden kalmış olmalarıydı. Genel bir rehavet havası vardı insanlarda, vitrinlerde, bankalarda, hatta kıyı boyunca denizde. Rehavet ve sıcak öyle fazla hissediliyordu ki, yürürken uykusu geliyordu insanın. Aslında bu rehavet değildi de, sanki orada insanlar bir hayaletin içinde, gerçek dünyanın kıyısında, geçememiş bir geçmişte yaşıyordu. Biriki gün içinde, aynı yoldan gidip geldikçe tanıdık yüzler bile oluşmaya başladı, selamlaşıyorduk, sevimli sakin yüzlerdi bunlar ama hiçbiri kahkahayla gülmüyordu. Gürültü patırdı sadece belli otellerin içinden uğultu şeklinde geliyor, dışarda yaşayanları hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. Magosa Yolunda giderken, bir başka taksi şoförü, Türkiye'den, 25 yıl önce geldiklerini, kendilerine verilen portakal bahçesiyle uğraştıklarını, ama umduklarını bulamayıp bir de Türkiye'den gelmiş olmanın dışlanmışlığını yaşadıklarını anlattı. Sandalet almak için girdiğimiz bir ayakkabıcıda, Kıbrıslı Türk satıcı Türkiye'den olduğumuzu farkedince aksanlı Türkçesiyle ve birikmiş bir isyanla: 'Burada herşey fiyatına satılır, bıktık Türkyelilerin pazarlık sevdasından' diyerek hevesimizi kursağımıza dizdi. Kuyumculuk yapan genç bir çifte göre, (onlar da Türkye'den); ilk geldiklerinde çok umutlu olan birşeyler, (kendileri de tam tanımlayamadı, ben de tam anlatamıtorum ama,) sanki bunalıma doğru bozuluyor, dağılıyordu. Bazı Kıbrıslıların artık eskisi kadar dostça davranmadıklarından da endişe duyuyorlardı. Girne kalesinin önünde denizi seyrederken denk geldiğim, modern çizgileri ve yumuşak tavrı ile çok hoş bulduğum bir Kıbrıslı Türk kadını geçmişi yad ederken, eskiden gece-gündüz ardına dek açık tuttukları kapılarını Türkiye'den göç aldıktan sonra, sımsıkı kilitlemek zorunda kaldıklarını söyledi. Eski huzurlu günlerini özlediğini de... İnsanlar gülmüyordu, kızmıyordu, sadece geçmişle bugünü karşılaştırıyordu. On gün boyunca izlediğim sessizlik sadece Cumartesi günü bozuldu. O da ertesi gün buhar oldu gitti. Orada geçirdiğim zaman dilimi çok kısaydı belki. Ama diğerlerinin aksine, gündüzlerini yaşamayı tercih ettim Yavru vatanın. Manzara izledim, denize girdim, mağazaları dolandım, tarihi eserleri tanıdım, şehirden şehre günübirlik yolculuklar yaptım, insanlarla ayaküstü sohbetler ettim: 70'lerde sıkışıp kalmış, üzerine bir şey konmamış bir yaşam, izolasyonun ataletinde gizlenmiş bir huzursuzluktan başka şey koklamadım. Diyeceğim o ki; Son günlerde Kuzey Kıbrıs'tan yükselen çatlak sesin ortaya çıkmasında, bu durumun yıllar yılı es geçilmiş olmasının önemli bir payı var diye düşünüyorum. Son olarak; Şu anda BM'nin kontrolünde olan Maraş, hayalet bir şehre dönmüş ama, tam bir dünya cenneti... Sırf orası için bile Rumlar, Kırk takla atabilir. Yüzbin çeşit entrika'ya başvurabilir!!! http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=32481 |
Akdamar Adası
Bugün Akdamar adasındaki Ermeni Kilisesi açılıyor. 26 Haziran 2004 tarihinde Van’a yaptığımız bir gezide Akdamar’a da uğramıştık. O geziyi 2004 yılında ODTÜLÜ dergisine yazmıştım. Gezi yazısının Akdamar bölümünü paylaşmak istedim:
(...) Sonraki durağımız Akdamar Adası... Tekneyle adaya 15 dakika yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Adanın uzaktan görünümü de, adadan karşıların görünümü de çok güzel. Adanın tepe noktasından denizin üzerinde uçan kuşları yukarıdan izlemek ve fotoğraflarını çekmek...
Adada bir Ermeni Kilisesi bulunuyor. Dış cepheleri çok özenli yapılmış kabartmalarla süslü bir kilise. Ünlü Van Gölü Canavarı söylentilerine neden olan kabartmaları da görüyoruz.
Rehberimiz Akdamar Adasının adının çıkış efsanesi olan “Ah Tamara”yı anlatıyor. Güzeller güzeli Ermeni kızı Tamara ile ona aşık Anadolu delikanlısının öyküsü. Adadaki ışığa doğru yüzüp adada yaşayan sevgilisi Tamara ile sık sık buluşurlarken birgün göle akıntıya bırakılmış bir kayığa konulan ışığı izleyip gölün derinliklerinde boğulan hüzünlü bir aşk hikayesi. Ege’de de benzerlerini dinlediğimiz öykülerden biri... Halkımız böyle efsaneler yaratmayı çok seviyor. Ege’den Van’a Anadolu’nun insanlarının ortak bir yanını daha görüyoruz bu öyküde...
O gün o kalabalıkla gezerken farkında olamamışım. Sonra düşündüğümde o adada varolan hüznü hissettim, Ah Tamara öyküsünde anlatılandan daha büyük bir hüzün, terkedilmişliğin hüznü. Akşam olup da ziyaretçiler gittiğinde yapayalnız kalan bir ada ve yalnızlığın hüznü. O hüznü şimdi terkedilmiş olan doğduğum evi, çocukluğumun geçtiği bir başka terkedilmiş evi şimdi gördüğümde yaşadığım hüzne benzettim. (...)
Fotoğrafları çektiğim 26 Haziran 2004 tarihinde kilisenin restorasyon çalışmaları sürüyordu.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=32924
Belgrad
Senenin son demlerini yaşadığımız sakin bir pazar sabahı geç saatte uyanıp da, penceremizi açıp şöyle derin bir nefes almak için gerindiğinizde, hemen komşu ağaçtaki kuşçuk, bize güzel sesliyle sesleniyor . Küçücük bir kuşun hayat dolu bu seslenişi bir yana, ciğerlerimize çektiğimiz “göreceli” de olsa temiz hava içimizdeki ilkbahar özlemini gıdıklıyor. Ve o pazar kendinizi sonbaharın rehavetine kaptırmamaya karar veriyoruz. Kendimizi en yakın ormana atmalı bu pazar.
Çok uzak değil, Maslak’tan Sarıyer’e giderken yol üzerinde bulunan bentler sapağı bizi İstanbul’un nadir belki de biricik akciğeri Belgrad ormanına götürür.
Belgrad ormanı ve hemen bitişiğindeki Fatih Ormanı bize İstanbul’un merkezinin bu kadar yakınlarının, tam teşekküllü ormanlarla çevrili olduğunu hatırlatmak üzere varlıklarını koruyorlar.
Belgrad yoluna saptığımızdan beri bizi yol kenarlarında selamlayan, İstanbul ağaçları parkın içinde daha bir pervasızca bizi selamlıyorlar yol kenarlarından.
Yol bizi arabayı park edebileceğimiz bir alana kadar götürüyor. Bu güzelliği her daim yaşamak isteyen İstanbullular yine ormanlarını ziyarete gelmişler bu gün. Ama havadaki hafif soğukluk , İstanbul’un alışılmış kalabalıklığını önlemiş görünüyor.
Arabadan koşar adım çıkarak ormanın içlerine doğru yolculuğumuzda takip edeceğimiz yürüyüş parkuruna varıyoruz. Yürüyüş parkurunun başında belirtilmese de, kendisi 6, 5 km uzunluğunda bir ring aslında. Parkur ormanın çeşitli noktalarından geçerek zevkli bir yürüyüş ve koşu yolu sunuyor ziyaretçilerine.
Yolumuz ormanın nemi ve İstanbul’dan çok da eksik olmayan kısa yağmur çiselemerinin etkisiyle hafif ıslanmış ve yumuşamış. Kış boyunca dinlenceye çekilecek olan ağaçların güzelim son yaprakları ise yolumuza dökülerek ağamızın altına altuni bir halı sermiş. Etrafımız ise sonbahar güneşinden de kırmızı ve sarı renklerdeki ağaçlardan çepeçevre renk cümbüşü… Aklımızda ister istemez gelen soru; burnumuzun dibindeki bu renk cennetini neden hep uzaklarda aradık ki.
Belgrad Ormanı’nın pazar sakinleri belki de müdavimleri, eşleri dostları ile yürüyüşte- sohbette. Belgrad’ın daimi sakinleri gürgen meşe ağaçları, sarmaşıklar, yabani otlar ise tüm güzellikleri ile dört bir yanımızda. Aileleri ile pazar yürüyüşüne çıkmış köpekler, patilerinin altında hışırdayarak kendilerine oyun yapan yapraklar ile cilveleşiyor olmaktan son derece memnun görünüyorlar. Aklımıza evde bıraktığımız kedilerimiz geliyor. Keşke onları da bunca koku ve renk cümbüşünün ortasına atabilseydik.
Yürüyüş parkuru, İstanbul ortalama yürüyüşlerine göre biraz uzun gelebilecek gibi ama ormanın hışırtısı, kuşların cıvıltısı, etrafında yürüdüğümüz gölün manzaraları o kadar güzel ki, parkurun uzunluğunu bitene kadar fark etmiyoruz bile.
Ağaçların çeşitliliğini merak ediyoruz. Yaprakları toplayıp cinslerini araştırmayı geçiriyoruz bir aklımızdan. Ama hangi birine yetişelim ki bunca çeşit aleminde. Ve hepsini ayrı ayrı sevmek yerine “bir bütün Belgrad ormanı” olarak sevmeye karar veriyoruz.
Belgrad Ormanı sonbaharda cennetin bir önizlemesi gibi, kışı getireceği için sonbahara duyduğumuz tüm burukluğu alıp götürüyor ve sonbahar ile barıştırıyor bizi. Artık sonbahar da tıpkı ilkbahar gibi orman şöleni olacak bizim için. Karar verdik ki; ormana gittik yaz geldi demeyi beklemeyeceğiz. Ve zaten değil mi ki güzelim ormanlar, yaz ayları kış aylarında da tüm güzelliklerini yerlere kadar indirdikleri dalları ile bize sunmaktan hiç çekinmiyor hatta her mevsimin hayata farklı bir merhaba değiş olduğunu haykırıyorlar.
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=32938
Kaçkarlar
Küçük buzuldan usulca yol alıyoruz ve içimden bu yol bitmez nidalarıyla cebelleşiyorum kara battıkça. Tırmanış öncesindeki yağan iki günlük kar yürüyüşümüzü oldukça zorlaştırıyor. Elimi uzatsam boğazdaymışım gibi hissediyorum fakat bir türlü yol bitmek bilmiyor. Artık adımlarımızı sayarak yürüme haline geçtik. Düşün ki 7 adım sayıyorum 8. adımı atamıyorum ki ben sağlam diyodum kendime ama sağlamlığımızın kolpalığını dağ vuruyor yüzümüze. Boğaza vardığımızda öğleni buluyordu saat.sabah 09.00 da çıktığımızı düşünürsek ummuduğumuzdan daha uzun sürdü.
Küçük buzulun yanından çıkılan kuzey rotasında boğaza gelince artık sizi kırmızı oklar karşılıyor. Gideceğiniz yönü gösterek :) Biraz garip karşılamadım değil açıkçası , rotayı bu kadar basite indirgeyip herkesin çıkmasını sağlamak bence biraz kolayına kaçmak gibi. Artık önümüzde sarp kayalıklar ve dikkat etmemiz gereken kar ve yer yer buzlaşmış kütleler var. Yalan yok biraz tırstım. Çok fazla malzememiz olmadan devam etmelimiydik. Yasin devam deyince söyleyecek fazla söz yoktu. Yukarıya dogru sırtın arkasından okları takip ederek adım adım yükseldik.İlerledikçe geri bu yoldan dönemeyiz düşüncesi aldı götürdü bizi.Rota öyle bir yerde tıkandı ki inanın elimizi uzatsak zirvede olacaktık. 3700 m irtifadan geri dönmek :( Ama maalesef bir yerde karar vermek zorundasın. Kendimce jerzy lik messner lik oynamanın sınırına varmıştım sanırım. Dağda doğru ve çabuk karar vermek o kadar önemli ki inerken arkamızdan patlayan havaya bakarak yasine dua ettim devam etmediğimiz için. Geldiğimiz yolun inişi buzlu olduğundan farklı bir rotadan dilberdüzü yönünde iniş yaparak tekrar boğaza yöneldik .Büyük bir hüsran vardı içimde boğaza vardığımda. O kadar yaklaşmıştıkki zirve sırtına. Şimdi kara bulutlarla kaplı zirveye seneye görüşmek üzere diyerek küçük buzula doğru inişe başlıyoruz. Kampa vardığımızda saat 16.00 buluyordu. Hızlıca aşağıya Y.Kavron a inmeye başlıyoruz. İstanbulun gündelik değişen hava koşulları burda dakikalara ayaralı sanki. Bir anda bir bulut kümülüsünün içindesin bri bakmışşın 10.dakika sonra pırıl pırıl parlıyor güneş. Sisler ülkesi diyorlar buraya gerçekten de sisin ne zaman geleceği belli değil. Aşağıya indikçe yaylanın tek tük ışıkları gözükmeye başladı. Akşam olmak üzere ve yeniden yalçın abinin şahin kafesine doğru yol alıyoruz. İşte özlenen ses
Ulaa neettunuz uşaklarr. Yaptunuz zirve ?
Yok abi zirve sırtından geri döndük.
Dedum size olmaz diye. Siz delimisinuz habuu havada çıkaysunuz.Kardır hep houralar şimdi.
Aynen öyle abi.Çok kar vardı yer yerde buzdu.
Hadi gelin sofraya..
Yasin le bakışıyoruz . İşte en güzel haber bu. O akşam dönüş yolunda Yalçın abinin kafesinde kalıyoruz.
Akşam bayağı bi sohbetten sonra erkenden uyumaya ve sabah havanın durumuna göre Krater göllerine gitmeye karar veriyoruz. Y.kavron üzerinden yaklaşık 1-1, 30 saatlik yavaş bir yürüyüş temposuyla çıkılabiliyor göllere.Hemen yukarısı Naletleme geçidi ve Olgunlar yaylasına iniş parkuru bulunuyor.
Sabah havanın güzelliğiyle erkenden göllere doğru kahvaltı için hareket ediyoruz.1 saat içinde göllere varıyoruz ve inanılmaz bir manzara karşılıyor bizi. 3500 m yükseklikte ki bu gölleri mutlaka dünya gözüyle görmek ve hatta suyuna girip çıkmak gerekiyor :)
Hoş bir sürpriz var göllerde yanlız değiliz. Yanlarına yaklaşıp günaydın demek gerek koca dağda görmeden geçemezsin birbirini.
Anlıyoruzki İsrailliler. 5 kişiler ve Olgunlara geçecekler. Kaçkar zirveden geldiğimizi ve şartların iyi olmadığını anlatıyoruz. Ülkemizde yabancıyız be kaptan. Şu topraklara geldiğimizden beri gördüğümüz tek bir türk turist olmadı. Üstüne inerken ve çıkarken toplam 30 kişiye denk geldik ki, iki kişi hariç hepsi de İsrailliydi. İnsan bu kadar İsrailliyi burada görünce şüphelenmeden edsemiyor açıkçası. Kutsal toprakları buralara kadar uzandıysa başımıza iş verir ilerde bunlar diyerek gülüyoruz yüzlerine :)
İki kişi hariç demiştik. O iki kişi İsveç ten gelme Karı koca. Amcam Ornitolog yani hususiyeti kuşlarla. Biz inerken onlar çıkıyorlar.
Ve başlıyor muhabbetimiz Kaçkarlar güncesi - 3 için..
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=33180
Doğubeyazıt
En son gezdiğim yerlerden biri Doğubayazıt. Doğubeyazıt Ağrı iline bağlı İran sınırında Türkiye – İran transit yolu üzerinde bir ilçe. İlçe zengin bir tarihe sahip. Eski Beyazıt'ta ve kalede Urartu mezarlarının oluşu, şehrin tarihini çok eskilere dayandığını gösteriyor.
Doğubayazıt’ta ilginç bir ticari hareket var İran’la imzalanan sınır protokolü sebebiyle ilçe ekonomisi sınır ticareti, ithalat ve ihracat ile canlılık kazanmakta. Buraya açık pazardan gelen ithal mallar için çevre illerden de bu ilçeye alış-verişe gelen insanlar bir hayli fazla. Diğer geçim kaynakları ise genellikle hayvancılık, tarımla uğraşan kesimler olmasına rağmen bu konuda pek bir görüntü alamadım.
Bunlar ilçe hakkında birkaç ufak bilgi. Turistik olarak bizi ilgilendiren daha çok gezilecek görülecek yerler tabi ki. Dünyaca ünlü Ağrı Dağı Doğubayazıt ilçesinin sınırları içerisinde. Yılın on iki ayı zirvesindeki karları erimeyen Ağrı Dağı'nda genellikle Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında dünyanın her tarafından gelen dağcılar yerli rehberler eşliğinde dağa tırmanıyorlar. Rehberlik hizmetleri verilmek üzere ilçe merkezlerinde dağcı dernekleri de var. Ayrıca Ağrı Dağı’nın yanında aslına göre küçük olsa da bir hayli heybetli Küçük Ağrı Dağı var. Büyük Ağrı Dağının yüksekliği 5137 m., Küçük Ağrı Dağı ise 3896 m. Tırmanışlar genellikle Büyük Ağrı Dağına yoğunlaşıyor.
Doğubayazıt’ta aslında hepimizin sık sık gördüğü tarihi bir de yapı var. Yeni 100 Ytl.’nin arka kısmında resmi bulunan İshak Paşa sarayı. Burası Topkapı sarayından sonra ikinci teşkilat sistemli saraydır. İshak Paşa sarayı Osmanlı’nın lale devrinde yapılana en son büyük anıt olma özelliğini de taşıyor. Sarayın toplam kaç oda ve bölümden meydana geldiği bilinmemekte. Halk arasında bilinen 360 odalı saray görüşü doğru kabul ediliyor. Sarayın oturduğu zemin, vadi yakası olduğundan, kayalık ve sert bir yer 3 tarafı (Kuzey, Batı, Güney) dik ve meyilli. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük var. Sarayın giriş kapısı buradan. Kış mevsimlerinde sarayın kalorifer teşkilatına benzer bir sistemle ısıtıldığı biliniyor. Böyle bir merkezi ısıtma sisteminin dünyada ilk kez burada kullanıldığı iddia ediliyor. Sarayı gezerken birde şöyle bir şey duydum rivayete göre bu saray yapılacağı sırada Ağrı Dağı’nı görmemesin istenmiş. Saray öyle stratejik bir yere inşa edilmiş ki koca Ağrı Dağını saraydan görmek imkansız.
Tüm dünyanın bildiği ve hakkında binlerce efsaneler bulunan Nuh’un Gemisi de bu ilçede. İ.Ö.Ortadoğu tarihinin en geleneksel kaynağı olarak bilinen eski Ahid şöyle geçmektedir; ''ve gemi yedinci ayda, ayın onyedinci gününde Ararat (Ağrı) dağları üzerine oturdu''. (8.bap 4.ayet). Araştırmalar sonucu Ağrı Dağı’na uzak bir noktada bir arazide gemiyi andıran bir çukur şeklinde duruyor. Buraya gemi göreceğim diye giderseniz hayal kırıklığına uğrayabilrsiniz. Göreceğiniz sadece toprak üzerinde gemi şeklini andıran derin bir yarık. Fakat bilim adamları bunun gemiden kalan kalıntılar olduğunu doğruluyor.
Doğubayazıt’ta ilginç tarihi olaylarla karşılaşmamak mümkün değil. 1913 yılında buraya bir de meteor taşı isabet etmiş. 60 m derinliğinde 35 m. çapında dünyanın en büyük ikinci meteor çukuru olma özelliğine sahip.
Küçük Ağrı Dağının güney eteğinde bir de doğal anıt mağarası var. Bu mağaranın adı Buz Mağarası, 100 m. uzunluğunda 8 m. derinliğinde İçinde bazalt lavlar, kayalar ve bu kayaların üzerinde saf ve temiz suların donmasıyla oluşmuş buz tabakaları var. Kışın fazla soğuk olmayan bu mağara, hava akımının etkisiyle yukarıdan damlayan suları dondurarak buza çeviriyor. Mağara’nın girişinden süzülen güneş ışıkları buzlara çarparak ilginç görüntüler oluşturuyor.
Buraya geldiğinizde yemeniz gereken birkaç yemekte tavsiye edebilirim. Yörenin en meşhur ve lezzetli yemeği Abdigor Köftesi, yağsız sığır eti, soğan ve baharatlarla yapılan bu köfte bir tokmak yardımıyla etin taş üzerinde dövülmesiyle hazırlanıyor ve pilav üzerinde servise sunuluyor.
Diğer bir yemekse Selekeli (Saç Kavurma), taze kuzu eti doğranıp içine tereyağında eritilmiş salça koyuluyor ve sarımsaklı yoğurt ile servis yapılıyor.
İlçede 9 adet otel bulunmakta ilçe merkezi çok büyük değil benim tabirimle küçük yerlerde herkesin gittiği işlek bir cadde vardır. Ben buna mecburiyet caddesi diyorum burada da böyle bir cadde var.
Eğer buraya gelmeye karar verirseniz karayoluyla direksiyonunuzu doğuya güneşin ilk doğduğu yere çevirmeniz yeterli. Burada güneşin doğuşunu herkesten önce siz görebilirsiniz. Eğer uçakla gelecekseniz, hava alanı bulunan yakın iller; Ağrı, Kars, Erzurum ve Van.
Herkese iyi tatiller…
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=34476
Ağlayan Çınar
Aşkın perçinlerinde bahar bahar biriken asırlar
Olabilir mi seni ağlatan…
Ve de mevsim mevsim sulardaki sırlar …
Hayatın keşmekeşi içinde mevsimleri ne kadar fark edebiliyoruz acaba? Ya da, şuradan mı yaklaşmalı? Farketsek de kaçımız mevsimi yaşayabiliyoruz? Kimbilir kaçımız mevsimsizliğe geçmiş…
Sanki nazlı bir gelin… Geldi, geliyor derken baharlandı toprak ana. Kış şöyle anlı şanlı gelemedi, kapris yaptı bu yıl. Ucundan azıcık …
Ama bahar öyle mi? Çıt çıt diye patlayan cin mısırı taneleri gibi çiçekleniverdi her yan. Annesinin en güzel kızı… En genci... En canlısı … Nasıl da severim bilseniz. Başını bağlamaya kıyamam. Yaşamı tazeliyor… Her dem kaynıyor kanlar…
Kendimizdelik yolunun sonu bu mevsime açılıyor. Kavrulduğumuz yağlar tazelenecek. Okyanusa kavuşacak ırmaklarımız…. Doğaya sürükleniyor adımlarımız…
O adımlar ki kimbilir kaç kez Karacebey- Bursa yolundan geçti. Son yıllarda kaç kez yolun Bursa ‘ya 35 km kaldığı noktada "Ağlayan Çınar" anıt ağaç tabelâsına takıldı gözler… Merak edil di mi? Evet… Gidildi mi? Nihayet…
Bursa İzmir yolundayız. Ana yoldan 5 km içerde Gölyazı beldesi. Uluabat (Apolyont ) Göl’ü içinde bir yarımada... Unutmadan bu arada gölde 2 yarımada, 7 de ada bulunduğunu hatırlatmalıyım.
Gölyazı beldesi, kuyruğundan karaya tutulmuş kocaman bir aynalı sazan şeklinde. Ve yerleşimin en ucunda 730 yıllık çınar… Kanlı göz yaşları döküyor adeta. Bazen iki günde, bazen haftada bir gövdedeki üç noktadan kızıl damlalarla… Neden ağladığını anlamlandırmaya ne dersiniz? Şimdilik başka zamana…
Apolyont, Uluabat’ın antikçağdaki adı. Işık tanrısı Apolyon’un, göldeki adalar ve göl kıyısındaki ovada kurulu antik kentin koruyucusu olduğunu biliyorum. Kentte Apolyon ‘a adanmış bir tapınak olduğundan haberdarım. Köye girişte sol tarafta kalan tepenin arkasında bunun kalıntıları… Bölge tamamen sit alanı.
Doğal güzellikleri sayesinde M.Ö. 1. yy’da gelişen antik- kent, hıristiyanlık döneminde önem kazanmış, hatta bir ara bir psikopozluk merkezi olmuş.
12 .yy’dan kaldığı söylenen bir kilisenin varlığı asırlardır bilinen bir yerleşim merkezinde bulunduğumuzu kanıtlıyor ayrıca…
14. yy başındaki Osmanlı akınları nedeniyle Bursa ve Mudanya’dan kaçan halkın bu kentte toplandığını öğreniyorum bilgilenmek isterken. Kurtuluş Savaşı’na kadar Rumlar’ın yaşadığı köyde günümüzde Selânik’ten mübadele yolu ile gelmiş Türkler var. Tarım ve balıkçılık ile uğraşıyorlar...Gölde 21 balık çeşidi ve kerevitin bulunduğunu söylemeliyim. Yavrulama döneminde Manyas Gölü’nde konaklayan kuşlar, balıkların bolluğu nedeniyle beslenmek için Gölyazı’na geliyormuş. Özellikle ilkbaharda kuş ve kurbağa seslerinden oluşan senfonisiniyi dinlemeye ne dersiniz? Bunun mevsimsel değişimi fark etmeye büyük katkısı olacağından eminim. Emin olduğum başka bir şeyde Ağlayan Çınar’ın altındaki kahvede çayınızı yudumlarken gözyaşlarına pek çok sebep bulabileceğiniz. Ve gölün serinliğinde bahara bir başka aşık olabileceğiniz.
Ağlayan Çınar’a, bu adı verenin kendisi olduğunu öğrendiğim biyolog Mehmet Okatan’ın çınarın altında mermer levhaya yazılmış burayla ilgili duygularını anlatan dizelerine bakalım.
TARİHİN VERDİĞİ YORGUNLUKLA, YAN YATMIŞ ULU BİR ÇINAR.
LAKİN YAŞAMAKTAN UMUDUNU KESMEMİŞ, UZANMIŞ ÖYLESİNE
BAĞRI YANIK, YAPRAKLARI HÜZÜN, İÇİ KAN AĞLARCASINA
SAVAŞLARA, ACILARA, KARA SEVDALARA, TERCÜMAN OLURCASINA
ARDINDA, SEVGİ BAHÇESİ AÇAMAYAN GONCA BİR GÜL
ÖNÜNDE, OLUK OLUK GÖZ YAŞLARININ ESERİ, KOCA BİR GÖL
Mehmet Okatan
Daha fazlası için mutlaka Gölyazı’ya düşürün yolunuzu.
Gülgün Çako
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=34685
Titikaka gölü
Kıvrımlı yollardan aheste aheste çıkarak uydukent El Alto’dan geniş bir kevgirin içinde bulunan La Paz’a dönüp, bana bir haftadır yaşattığı inanılmaz anlar için son bir kez el sallayarak başkente veda ettim. Şimdi artık Everest, Büyük Sahra ve henüz görmediğim kutuplar’dan sonra yeryüzünde beni en çok heyecanlandıran ve görmek için can attığım Titicaca’ya gidebilirim.
Pazar yerini de geride bırakıp Titicaca’ya doğru yol alıyorduk ki; içinden geçtiğimiz bir köy meydanındaki renkli bir düğün alayı biz gezginleri hemen minibüsten indirmeye yetti. Bolivya’da geziyorsanız diğer Latin ülkelerin aksine her an böyle ilgi çekici bir görüntüyle karşılaşabilirsiniz. Düğünün yapıldığı meydana geldiğimizde yerliler inanılmaz renkli kostümler giymiş, orkestranın çaldığı müzikler eşliğinde kendilerinden geçerek eğleniyorlardı. Gelin ve damatlara yaklaşınca ülkemizdeki geleneği hatırlayıp yakalarına birer ikişer Bolivyanos taktım. Bu duruma şarşırdılar ama hoşlarına da gitmedi değil. Kadınlar açık alanda oynarken görüntüleri çok ilgi çekiciydi. Oyunlar sırasında kendi etraflarında hızla dönerken uzun, rengarenk ve geniş fistanları gökkuşağı gibi bir çember oluşturuyordu. Bütün erkeklerin giydikleri birbirinden farklı kostümler ve ortaya koydukları oyunlar And Dağları’nın yüksek irtifalarında yaşayan Aymara kültürünün bir yansımasıydı. Çiftlere mutluluklar dileyip yeniden yola koyularak Titicaca Gölü’nün Bolivya tarafındaki en önemli yerleşim yeri olan Copacabana’ya varıyoruz.
Çantamı otel odasına attığım gibi soluğu göl kıyısında aldım. Gezgin olmam bir yana dünyanın ilginç yeryüzü şekillerine hayranlık duyan bir coğrafyacı olarak gezegenimizde deniz seviyesinden en yüksekte bulunan başkentin ardından bu kez dünyanın en yüksekte bulunan gölüne yüzümü sürmek beni heyecanlandırdı.
İsrail’deki Lut Gölü, tuzluluk özelliği dışında dünyanın deniz seviyesinden -395 metre altında olması ile kürenin diğer bütün göllerinden ayrılıyor. Titicaca Gölü ise Lut Gölü’nün aksine 3810 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek gölü. Yani Lut gölü’nden 4205 metre daha yüksekte yer alıyor.
Titicaca, çölde bir vaha misali And Dağları ile çevrili alanda binlerce yıldır insanlara hayat ve onun ötesinde çeşitli uygarlıklar bahşeden bir önemli coğrafya. Göl çevresinde ve üzerindeki yüzen adaları sayesinde yaşam yüzyıllardır hiç değişmeden devam ediyor. Peru ve Bolivya’yı birbirinden ayıran sınır gölün ortasından geçip yerlileri birbirinden ayırsa da İnka İmparatorluğu çatısı altında Keçhua ve Aymara yerlileri yüzyıllarca bir arada yaşamışlar. Şimdilerde gölün Peru tarafında daha ziyade Keçhualar, Bolivya tarafında ise Aymaralar yaşamlarını eski alışkanlıklarını koruyarak sürdürüyorlar. Daha doğrusu sürdürmeye çalışıyorlar. Modern dünyadan gelen turist grupları Pizzaro’dan sonra ikinci kez bu insanların yaşam ritimlerini bozuyorlar. Hal böyle olunca Andların yüksek irtifalarında olsalar da onların yaşamları eskisi gibi gözden ırak değil. 8288 km karelik alanıyla Van Gölü’nden kat be kat büyük olan Titikcaca’nın Batı kıyısı Peru'ya, doğu kıyısı ise Bolivya'ya ait.
Titicaca isminin nereden geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte Aymara dilinde "Puma Kayası" Keçhua dilinde ise "Kurşun renkli kaya" anlamına geliyor. Gölün Bu günkü yerlier için mistik bir önemi var. Çünkü burada yaşayan halk, ataları olan İnkaların gökyüzünden bu göldeki bir adaya indiğine inanıyorlar. İnka Mitolojisine göre Güneş Tanrısı Inti çocukları, ilk İnka Kralı olan Manco Capac ve karısı Mama Ocllo'yu Titicaca Gölü üzerindeki Güneş Adası'nda (İsla del Sol) kedi başını andıran bir kaya üzerine bırakmış. (Göl haritasına baş aşağı bakıldığında, yatan bir kedi formu ortaya çıkıyor.) Bu yüzden gölün kutsal olduğunu kabul eden yerliler her yıl bir lamayı Titicaca’nın derin sularına kurban ediyorlar...
Gölün etrafında bir çok yerleşim yeri var ancak bunların en büyüğü Peru tarafındaki Puno kenti. Bolivya tarafında ise daha küçük olan Copacabana bululunuyor. Günümüzde gölün yabancılar tarafından en dikkat çekici yanı dünyanın en yüksek gölü olması değil göl üzerinde bulunan onlrca yüzen ada ve o adaların üzerindeki geleneksel yaşam. Bu yüzen adaların çoğu gölün Peru tarafında yer alıyor. İşte o adalara genellikle Puno kentinden binilen teknelerle ulaşılıyor. Bu adacıklarda yaşayanlara 'Uroslar' deniyor. Uros yüzen adacıklarının ilk olarak İstilacı İspanyol generali Pizzaro’nun gazabından korunup saklanmak amacıyla yapıldığı tahmin ediliyor. Efsaneye göre gerçek Uros kanı taşıyan yerliler, suyun dondurucu soğuğundan etkilenmez ve asla boğulmazlarmış. Karaya çıkmayı sonraki yüzyıllarda reddeden gerçek Urosluların 1959 yılında son bir yaşlı kadınının ölmesiyle tarihten silindikleri belirtiliyor. El işçiliğiyle ünlü Uroslar'ın yerinde, bugün yüzen adalarda Ayamara ve Keçhua yerlileri yaşıyor.
Biz yeniden dönelim gölün Bolivya tarafındaki Copacabana kentine. Göle bir kaç metre uzaklığındaki birkaç Bolivyanos’a kaldığım mütevazi otelimden çıkıp Güney Amerikayı baştan başa gezme niyetinde olan Overland gezginlerinin mutlak uğrak yerlerinden biri olan bu küçük ama çok sevimli kasabayı gezmeye başlıyorum.
Aymara yerlilerinin yaşadığı Copacabana kenti yüzyıllar boyu yerliler için çok önemli bir yerleşim merkezi olmuş. Bu önemi hem İnka İmparatoru Manco Capac ve karısının doğduğu ya da yeryüzüne indiği yer olarak rivayet edilen İsla del Sol ile (Güneş Adası) Isla de la Luna’ya (Ay Adası) en yakın yerleşim birimi olması, hem de yerli azize bakire Morena’nın yaşadığı yer olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle İspanyolların istila dönemlerindeki baskıları bile yerli halkı bu bölgeden bütünüyle söküp atamamış. Ancak İspanyollarda bu kutsal topraklara kendi inançlarını getirmeyi ihmal etmemiş ve kasabanın tam ortasına yerlilere inat koca bir katolik kilisesi inşa etmişler. Şimdilerde kavgalar sona ermiş ve göçmenlerle yerli kültürleri özellikle bu bölgelerde iyice birbirine karışmış durumda. Bunun en güzel örneği olarak meydandaki bembeyaz badanalı kilisenin önünde tezgah açıp tarlasından getirdiği sebze ve meyveleri satan Aymara kadınlarını görüyorsunuz. Kasabanın en ili çekici yeri hiç kuşkusuz her türlü yerel yiyecek ve el örgüsü giyeceklerle çeşitli eşyaların satıldığı ‘Mercado’ (market) dedikleri alışveriş pazarları. Tabi bu pazarın hakimleride yine Aymara kadınları. Özellikle lama ve onların bir türü olan Alpaka derisi ve yünlerinden yaptıkları eşyalar daha çok müşteri topluyor.
Copacabana’nın kendine özgü sakin bir yanı var. Sanki burada zaman çok yavaş ilerliyor. Uzun soluklu Overland Güney Amerika yolculukları sırasında gezginlerin bir kaç gün dinlenmeleri için çok ideal bir yer. Gündüzleri otelin bahçesine oturup bir taraftan gölden çıkarılan balık siparişinizi verip, diğer taraftan yan masanızdaki bir gezginle karşılıklı rotalarınız hakkında sohbet edebilrsiniz. Akşamları ise çakıl taşlı göl kıyısında volta atıp küçük teknelerin muazzam slüetlerinin göle yansımasıyla oluşan muhteşem günbatımı manzarısını doya doya seyredebilirsiniz. Akşam yemeğinin ardından ise bu kez mütevazi şıklıktaki barlardan birine gidip aynı amaçla burada bulunan gezgin dostlarla gündüzden kalan muhabbetinize devam edebilirsiniz.
Ertesi gün İnka kültürünün izlerini taşıyan Güneş Adası’na (Isla del Sol) gitmek için kıyıda bizleri bekleyen teknelerdeki yerimizi alıyoruz. Bir saati aşan tekne yolculuğundan sonra nihayet İnka İmparatorluğu’nun temellerinin atıldığı kutsal Güneş Adası’na ayak basıyoruz. İnka imparatoru yüce Manco Capak’ın 127. kuşaktan torunuyla karşılaşacağımızı düşünürken kıyıya çıkar çıkmaz, modern hayata ayak uydurmuş küçük kız çocuklarının ellerindeki hediyelik eşyaları elimize tutuşturup "Diez Bolivyanos por favor" nidalarıyla karşılaştık. Adadaki İnka kalıntılarını ve Güneş Tapınağını görebilmek için yüzlerce basamaktan oluşan merdivenleri bir bir tırmanmak gerekiyor. Aksaray’daki Melendiz Çayı üzerinde bulunan Ihlara Vadisi’ni gezmek için 485 adet basamağı inmek nasıl olsa kolay, siz gelinde 3810 metre yüksekliğindeki bir gölün kıyısından koca bir tepeye yüzlerce basamağı azıcık oksijenle çıkında görelim bakalım! Bin bir zahmetle tepeye tırmanıyorsunuz ama pek kayda değer bir şey görünmüyor. Yine de burada yaşayan iki yüz kadar yerli için bu kutsal adada doğmak bir övünç kaynağı. Bir zamanlar İnkaların başkenti olan Cusco’ya ve sonraları Machu Picchu’ya Güneş Tanrısı İnti adına kurban edilmek üzere kutsal azize bakire Morena’nın yaşadığı bu topraklardan bakire kızlar gönderiliyormuş. Bu kızlar kurban edilmeden önce vücutları iyice incelenir ve bir kusur bulunursa kurban edilmekten vaz geçilirmiş. Rivayete göre bu durum, kurban edilmekten kurtulan kızlar için bir utanç kaynağı sayılırmış. Adadaki yerliler evlerinin küçük bahçelerinde az da olsa sebze yetiştiriyorlar. Kerpiçten yapılma evlerin kenarlarına yapılmış avlularda lamaları bulunuyor. Kadınlar lama yünlernden örgüler örüp küçük bahçelerinde mısır yetiştiriyor, erkekler ise eskiden balık avlarken şimdilerde bu kutsal adaya gelen turistlere hizmet veriyorlar. Evlerin bazı odaları geceyi burda geçirmek isteyen yabancıların hizmetine ayrılmış durumda. Köylü kıyafeti giymiş yerli kadınların fotoğraflarını çektiğinizde bir kaç Bolivyanos vermezseniz zılgıtı yiyorsunuz. Anlaşılan modern dünyanın kuralları yerel gelenekleri derinden etkilemeye başlamışbu kutsal topraklarda.
Kutsal ada gezimizi tamamlayıp tekrar tekneyle Copacabana’ya dönerken kaptanımıza rica edip bir iki dakika durmasını söyledikten sonra teknedeki herkesin şaşkın bakışları arasında bu sıvı coğrafyayla bütünleşmek için kendimi Titicaca’nın soğuk ve derin sularına atıverdim. Bir kaç temsili kulaçtan sonra soğuktan taş gibi olmuş bedenimi teknenin güvertesine atıp ısıtmaya çalıştım. Dünya’nın bu en yüksekteki gölünü başka türlü belleğime nasıl bu kadar derin kazıyabilirdim ki?